Yunus Emre Divânı Sözlüğü

Yunus Emre Divânı Sözlüğü

Yunus Emre Divânı Sözlüğü

abes: gerçeğe, sağduyuya, akla aykırı. gereksiz, saçma sapan, saçma.
abıhayat: bengi su, abıhayat, hayat suyu ya da dirilik suyu, birçok söylencede adı geçen, içen kişiye ölümsüzlük kazandırdığına inanılan efsanevî su.
ab-ı hayvan: abıhayat, bengi su.
abid: âhiret saadetinin ibadetle kazanılacağına inanarak kendisini ibadete veren samimi dindar. çok ibâdet eden kimse.
acib: şaşılan ve hayret uyandıran şey. benzeri görülmeyen. garib. taaccüb olunan şey.
adavet: düşmanca davranış, düşmanlık.
adl-ü dad: adalet, adalete uygunluk, hak ve hukuka uygun.
ağmak: yukarı kalkmak, yükselmek, yukarıya meyletmek. buhar olup yukarı kalkmak, buharlaşmak.
ağu: zehir.
ağyar: dost olmayanlar, yabancı kimseler, eller.
ah: ilenme, beddua. sesin tonuna göre pişmanlık, öfke, özlem, beğenme, sevgi vb. duygular anlatan bir söz.
aht: söz, söz verme, antlaşma.
âh-u zâr: inlemek, ah etmek, ahlayıp vahlamak, ah çekmek, sızlanmak, dert yanmak.
ahzan: hüzünler, kederler, gamlar, tasalar.
ahval: durumlar, hâller, vaziyetler.
ah ü zar: inleyip sızlama, yanıp yakınm, dövünme, yüksek sesle ağlama.
ahi: kardeş, kardeşim. ahilik ocağından olan kimse. eli açık, cömert.
ahir: sonuncu, sonraki, son. en sonunda, en sonra, sonunda, sonra.
âkıbet: son, sonuç. eninde sonunda, en sonunda, sonunda.
akil: aklını iyi kullanabilen, akıllı, akıl sahibi, kavrayışlı.
alâ küll-i hâl her halükarda.
alâmet: bir şeyin göstergesi olan, belirli iz. çok iri, çok büyük, şaşırtıcı büyüklükte olan şey.
âlâyiş: bulaşıklık, bulaşma. debdebe, tantana, gösteriş. boş süs ve debdebe, lüks yaşam. gösteri, gösteriş.
aldaguç: aldatacı.
âlem: yeryüzü ve uzayda var olan şeylerin tümü.acun, dünya, esk. cihan.
ami: senevî, yıllık. ileri gelenden olmayan. câhil. havassa âit olmayan. Avama âit ve müteallik.
âm-u hâs (has ü âm): seçkinler ve halk.
anadur: anlatıver, an, hatırla.
anber: güzel koku. güzel kokulu bir madde.
anda: onda.
andak: o kadar.
anıcak: anınca.
anın: onun.
anuben: anarak, düşünerek.
anun: anın.
ar: utanma duygusunu, namus.
Arasat: İslam inanışına göre bütün ölülerin, kıyamet günü Allah Teâlâ tarafından diriltilip bir araya toplanacakları yer.
arbede: gürültülü kavga, gürültü patırtı. huysuzluk, geçimsizlik, kavga.
arif: çok anlayışlı ve sezgili (kimse), kavrayışlı, tecrübeli, bilgili, irfan sahibi.
arlanmak: utanmak, sıkılmak, hayâ etmek
arş: yükseklik, yüksek yer ve yüksek şey. tavan, ev, çadır; ayağın parmaklara doğru uzanan tümsek kısmı. hükümranlık, şan, şeref ve taht. kralın tahtı, hükümranlık, Allah’ın tahtı.
arşın: metrik sisteme geçilmeden önce kullanılan bir uzunluk ölçüsü.
arz eylemek: söylemek, ifade etmek.
arzu: istek, isteme, dilek. yönelme, eğilim, heves.
asa: genişlik. zuhur, meydana çıkma. büyük kadeh, değnek, baston, sopa.
asan: kolay.
asayiş: huzur ve güvenlik.
ashab-ı suffa: Mescid-i Nebevî’nin giriş kısmında Medine’de evleri ve kalabilecek yakınları olmayan, ihtiyaçları Resûl-i Ekrem (s.a.v) ve zengin sahâbîler tarafından karşılanan sahâbîlerin barınması için yapılan mekânın adı olmuştur.
âsi: isyan eden, isyankâr, ahlâkı bozuk, ahlâksız.
asitan: kapı eşiği, dergâh, tekke, eşik.
assı: fayda, kâr, kazanç, menfaat. erken yetişen ürün, erken doğan koyun, keçi yavrusu.
âsûde: üzüntü ve sıkıntılardan uzak, sessiz, dingin.
asuman: sıkıntı ve üzüntülerden uzak, dağdağasız, gāilesiz, rahat, huzurlu, sâkin, sessiz.
aş: pişirilerek hazırlanan yemek.
aşikâre: hiç saklamadan, belli ederek, açık açık, açıkça.
aşina: bildik, tanıdık, tanıdık olan, tanıyan.
aşüfte: açık saçık kadın, baştan çıkmış kadın, oynak.
atlas: yüzü parlak, sık dokunmuş bir tür ipekli kumaş.
attâr: güzel kokular, iğne iplik vesaire satan; aktar. meşhur mutasavvıf.
avare: işsiz, işsiz güçsüz, başıboş, aylak.
avaz: ses, yükses ses, nara.
avrat: dişi insan, kadın. (kocaya göre) karı, eş.
avret: vücutta dinen örtülmesi gereken ve başkasının bakması haram olan yerleri ifade eden bir fıkıh terimi. arapça’da “eksik, gedik, açık; açılıp görünen şey; korkulacak, zarar gelecek yer” gibi mânalara gelir.
ayân: belli, açık, Osmanlılar’da bir kentin ileri gelenleri; meclis üyesi.
ayaz: duru, pırıl pırıl havada çıkan kuru, keskin soğuk. çok soğuk.
aydamaz: anlamaz, uyanmaz.
aydırmak: dalgınlıktan kurtarmak, kendine getirmek, uyanık olmasını, ayıkmasını sağlamak, gözünü açmak.
ayıtmak: eyitmek, söylemek, demek. bkz. eyit.
ayn: müşahede etmek.
ayrık: birbirinden ayrı, aralıklı, mesâfeli, ayrılmış, ikiye bölünmüş, başka, diğer, ayrı tutulan, başkalarına benzemeyen, ayrıcalı, müstesna, düzgün ve uygun olmayan, çarpık.
ayruk: başka, farklı, gayrı, artık.
ayrıksı: başka, başka türlü, ayrı, apayrı, farklı. benzerlerinden ayrı olan, genel kuraldan ayrılan, ayral, kuraldışı. kimseye benzemeyen, alışılagelmiş töre ve davranışlara uymayan, kimseye benzemeyişinden dolayı anlaşılmaz bulunan, yabansı ve uygunsuz görülen bambaşka, apayrı, acayip (kimse).
ayyar: çok gezip dolaşan, zeki, kurnaz, gözü pek ve atılgan kimse.
aza: vücut organlarının her biri.
azad: hür, serbest, kimseye bağımlı olmayan, kurtulmuş.
azat: hür, serbest, kimseye bağımlı olmayan, kurtulmuş.


bâb: lâyık, uygun. elverişli. fasıl, kısım, konu. kapı.
bac: osmanlı imparatorluğu’nda gümrük vergisi. güç kullanarak, zorla alınan para.
bâd: rüzgâr, nefes.
bad-ı saba: esen yel, hafif ve hoş rüzgâr, sabah yeli, rüzgâr, esinti, yel, soluk, nefes. doğudan esen hafif, hoş rüzgar manasında farsça edat olup divan edebiyatında en sık rastlanan, genelde sevgilinin nefesini tasvir etmek için kullanılan bir esinti imgesidir.
badya: ağzı geniş, yayvan, büyükçe su kabı.
bağ: yalnızca üzüm yetiştirilen toprak parçası, meyve bahçesi.
bağban: bahçıvan, bağcı, bahçe bekçisi.
baha: paha, kıymet, değer, güzellik, zariflik, parıltı.
bahadır: yiğit, kahraman, batır, bağatur; savaşlarda gücü ve yılmazlığıyla üstünlük kazanan veya yiğitlik gösteren kimse.
baharistan: baharın hüküm sürdüğü mevsim, ilkbahar.
bahr: deniz.
bahri: denizle ilgili, denizci.
bakıban: bakıp da…
baki: sürekli, kalıcı. ölümsüz, kalıcı.
balam: erkek kardeş.
balkımak: parıl parıl etmek, parıldamak, parlamak, (şimşek) çakmak. (yara) kesik kesik sancımak, zonklamak.
bar tutmuş: paslanmış.
Bâri: Allah’ın isimleri için kullanılan bir tabir. bir örneği ve maddesi olmaksızın yaratan; evrenin bütün parçalarını âhenkli ve düzenli olarak meydana getiren.
barigâh: izinle girilebilecek yüce makam.
bârû: kale duvarı, tabyanın gezinti yeri, hisar burnu, sur. sığınak, siper.
basar: görmek, görme yetisi.
basâret: göz açıklığı. bir şeyi etraflı olarak derinden derine, inceden inceye görüş.
Basir (البصير): Allah’ın isimlerinden (esmâ-ûl hüsnâ) biri. “görmek, bilmek ve sezmek” anlamındaki basar kökünden türetilmiş bir sıfattır. Kur’ân-ı Kerîm’de elli bir âyette geçmekte olup bunların kırk birinde Allah’ın sıfatlarından biri olarak kullanılmıştır.
bâtın: iç yüz, dâhil, derûn, zamir. sır. “görünmeyen, gizli olan” anlamında Esmâ-ul Hüsnâ’dandır (Allah’ın en güzel isimlerindir).
battal: kullanılmaz durumda olan, işe yaramaz, işlemez; boyutça alışılmış olandan, olağandan büyük.
bayık: doğru, gerçek (söz), açık, belli, aşikar. sadık, saygılı. geçici, ölümlü.
bâz: doğan, şehbaz, şahin.
bâz bâz: doğan, şehbaz, şahin.
becid: çabuk, acele, derhal. münhemik, düşkün. sık sık, devamlı olarak. çok, ziyade. gerek, lâzım.
bedbaht: talihsiz, bahtıkara, talihi kötü olan, bahtsız.
bednam: kötü ün kazanan, kötülüğü ile dillere düşen.
bedter: daha kötü, beter.
begüm: bey; hanım, hanımefendi, kadın.
beka: ölümsüzlük, ölmezlik, kalıcılık.
beli: evet.
bencileyin: benim gibi.
bend: bağ, bağlanan, bağlanmış, boğum, mafsal, birisini emri altına almak, bendetmek. su önüne yapılan set.
bende: kul, köle.
beniz: yüz, çehre. yüzün rengi.
berât: Osmanlı döneminde, bir göreve getirilen, aylık bağlanan, ayrıcalık, nişan ya da san verilen kimseler için çıkarılan padişah buyruğu.
berdar: darağacına çekilmiş, asılmış.
berhudâr: selâmette. mükâfata erişen. nasipli. saadete erişen.
berk: sert, katı, sağlam.
berkitmek: sağlamlaştırmak, güçlendirmek, pekiştirmek. (bağlanacak şeylerde) bağcığı sıkılamak, sıkıca bağlamak.
berye: çöl.
bes: yeter, yetişir, tamam, kâfi, çok.
beşâret: müjde. sevindirici haber. hayırlı haber. göz açıklığı, derin görüş.
beyaban: çöl.
bezek: bir şeyin daha güzel, daha gözalıcı, daha çekici görünmesini sağlayan şey, süs.
bezenmek: kendisine süsler yapılmak, bezeklerle donatılmak, süslenmek.
bezirgan: tüccar; alışverişte çok kâr amacı güden kimse.
bezm: Sohbet, muhabbet, dost meclisi, sohbet meclisi.
beyan: bildirme, söyleme.
biçare: çaresiz.
bidâr: uyanık, uyumıyan, uykusuz.
bihuş: aklı başında olmayan, kendinden geçmiş, baygın; şaşkın, sersem.
bilevn: renksiz, benizsiz, sınıfsız.
bilişmek: tanış olmak.karşılıklı olarak birbirini tanıdığını anlamak, karşılıklı tanıdık çıkmak.
bi-can: ruhsuz, cansız.
bi-elvan: renksiz, parıltısız.
bi-hod: kendini yitirmiş, kimsesiz, kendine sahip olamayacak derecede mest, kendinden geçmiş olan kimse.
bi-karar (bikarar): kararsız, tereddütlü.
bi-nişan: nişansız, adsız.
bî-nihayet: sonsuz.
bi-renk: renksiz.
bizâr: tedirgin, bezmiş, usanmış.
bostan: sebze bahçesi, kavun karpuz tarlası.
bostanbaşı: kavun karpuz sorumlusu.
budak: ağacın, gelişerek dal olacak sürgünü. ağaç gövdesinde birazı kalmış dal parçası.
buğu: soğuk bir cismin üzerine ince bir tabaka olarak yoğunlaşmış sıvı. ısı etkisiyle gaz durumuna geçmiş olan sıvı; suyun ısı ile sıcak gaz durumuna geçmiş biçimi.
buhl: cimri. servet edinme tutkusuyla karşılıksız harcama ve hayır yapmaktan kaçınma eğilimi.
buğz: kin, nefret, düşmanlık.
bunculayın: bu kadar, bu miktarda.
burak: Hz. Peygamber’in (s.a.v) Miraç’ta kullandığı binek. Allah’a yaklaşan ve yaklaştıran.
burc: belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi. kale, yüksek bina.
burhan: kanıt, delil.
bustan: çiçek bahçesi, güzel kokulu çiçeklerle dolu yer, bostan.
buşmak: boğuşmak.
bühtan: kara çalma, iftira; birine yalandan bir şey isnâd etmek.
bünyad: temel, esas, yapı, bina.
büryân: kebap.
büt: put, güzel, sanem.


cahil: Allah’ı bilmeyen. dini bilgileri bilmeyen. bilgisiz.
cami: cemeden, der!iyen, toplıyan. içine alan, içinde bulunduran.
canan: sevgili.
canbaz: yerde ve tel, at, bisiklet, ip vb. üzerinde dengeye dayanan, tehlikeli, heyecan verici gösteriler yapan kimse, akrobat. at alıp satan veya yetiştiren kimse.
caryar: Dört dost (Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin (r.a) namları). Dört Halife, Hulefa-i Erbaa veya Ashab-ı Güzin diye de ihtiramla anılırlar. (Osmanlıca’da yazılışı: çar-yar).
cavidan: daimi kalacak olan, sonrasız, ebedi.
cefa: büyük sıkıntı.
cehâlet: din bilgilerini bilmeme. câhillik. bilmeme, bilgisizlik.
cehd: fazla çalışma, güç ve kuvvetini sarfetme, insanın nefsine hakim olması.
cem etmek: toplamak.
cemâl: yüz güzelliği. güzellik. Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsânı ile tecellisi. hak ile söylenen doğru söz.
ceng: savaş, vuruşma.
cennet-ü hûr: cennet hûrileri.
cevlan: gezinmek, gezme, dolaşma. gidip gelme, deveran, gezinme, gezinti, hareket, canlılık.
cevr-ü cefa: imalı eziyet, gizli üstü kapalı sıkıntı.
cihan: dünya. evren.
cihet: yan, yön.
cinan: cennetler.
civan: çok yakışıklı genç erkek ya da kadın. güzel, genç ve yakışıklı (kimse).
cura: şarap yudumu.
cûş eylemek: coşmak, coşup taşmak.
cuşa gelmek: coşmak, kendinden geçmek.
cübbe: giyilmesi sünnet olan, bilhassa namazda giyilen uzun ve bolca bir giysi.
cümbüş/cünbüş: şevk, neşe ve coşkunluk dolu hareket, kaynaşma. eğlence, âlem, zevk ve eğlence toplantısı, eğlenti, âhenk.
cünûn: delilik, cinnet. delirmek. çok olmak. otun uzaması. delilik.
cüra: bir yudumluk su. içim, yudum.
cürm/cürüm: kabahat, kusur. hatâ. isyan. günah. kanun hilâfına hareket. suç, günah.
cüst ü cû: arayıp sorma, araştırma.
cüziyyat: cüz’i olan şeyler. ufak tefek şeyler.


Çalab: Yaratan, Hak, Rab.
çarh: gök, gökkubbe, gökyüzü, dünya, devran, âlem, talih, baht, kader, ecel.
çarh-ı felek: gökyüzü, sema, arş. talih, şans, sihir.
çeng: Türk mûsikisinde müzik aletlerinin tamamını ifade eden bir terim, daha çok halk müziğinde kullanılan telli bir çalgının adı.
çerağ: çıra, kandil, yağ kandili, lamba, mum, atın şaha kalkması, çırak edilme, bir memuriyete ve ihsana nail olan, vazifesinden emekli edilen.
çerb: besili, semiz, yağlı. muvafık, münasib, uygun. temayüz, imtiyaz. diğerlerinden fazla ve üstün olma.
çeri: asker.
çesni: yiyecek, içecek şeyler için) hoşa giden tat, lezzet. tadımlık.
çeşte: uzun saplı büyük tekneli bir çeşit musiki âleti. koyun kırkıldığında üzerinde bırakılan yün.
çevgan: değnek, ucu eğri sopa. ucu eğri cirit sopası. at üzerinde değnekle yerdeki topa vurmak sûretiyle oynanan çok eski bir oyun.
çırağ fitil, kandil, mum, lâmba.
çırnak: yırtıcı hayvanların tırnağı.
çirk: kir, pas, pislik, murdarlık, necaset. yarada olan irin ve kan.
çukal: kaba ve kalın sırlanmış kulplu toprak çömlek. savaşta atlara giydirilen örtü.
çün: zira, çünki, madem ki.


dâd: ihsan, vergi. adalet, doğruluk.
dâd u sited: dünyâ alış verişi, hayat, hayatta olan biten şeyler.
daim: devamlı, sürekli, her zaman.
dak: Hile, düzen.
danişmend: bilgili, ilimli.
dar: adam asılacak direk.
davi: dava.
davî: dava sahibi.
değme kişi: herhangi biri, acele eden kişi. acemî.
dehr: zaman, çok uzun zaman.
dekçi: kurnaz, hain, dolandırıcı.
dem be dem: daima.
deprenmek: devinmek, kımıldamak, sarsılmak.
derban: kapıcı.
dergâh: makam, kapı girişi, eşik. tasavvuf mektebi. tasavvufta yetişmiş ve yetiştirebilen evliyâ zâtlar tarafından, talebelere, tasavvuf, İslâm ahlâkı ve diğer dînî ilimlerin ve zamânın fen ilimlerinin okutulduğu yer. Cenâb-ı Hakk’ın rahmet kapısı.
derman: bir şeyi yapabilme gücü. bir hastalığı iyileştiren şey.
derviş: bir tarikata, bir şeyhe bağlı olan mürid, sûfiyâne bir hayat yaşayan kişi.
dervişan: dervişler.
derya: deniz. bir şeyin bol olduğu yer.
destan: anlatı, hikaye. tarih öncesi, kahramanları, kahramanlıkları, olağanüstü olayları öyküleyici bir yöntemle ve koşuk olarak anlatan en eski bir yazınsal tür.
destar: dokuma başörtüsü, sarık, örtü.
dest-gîr: muavenet. arka olmak. tutucu, yardımcı, muin. zahir. yardımcı olan, elinden tutan.
destur: izin, müsade.
devâ: hastalığı iyileştirici nesne, em, ilaç. çözüm, çare.
devran: çağ, zaman, dünya.
devşirmek: düzenlemek, değiştirmek. bir araya getirmek, toplamak, derlemek. düzgün duruma getirmek, katlamak, toplamak.
deyalu: dadılı.
deyr: bazı dinlerde zâhid din adamlarının cemaat halinde yaşadığı yapı.
deyü: diye.
deyyan: idare etme, yönetme.
Deyyân: Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). kıyâmet günü, herkesin hesabını ve hakkını en iyi bilen ve veren.
didar: yüz, çehre; mülâkat, görüş, görünme, görüş kuvveti, göz, açık, meydanda, göz, görme, görünme, görüşme, buluşma, yüz. Cenâb-ı Hakk’ın müminlere vâdettiği görünüşü, tecellîsi.
diriğa:yazık, eyvahlar olsun!
dirlik: yaşam, yaşayış, yaşamak için gerekli olan nesne, geçim, sağlık. mutlu yaşama, erinç.
div: iblis, şeytan. cin, ifrit.
divan: meclis, divan edebiyatı şairlerinin şiirlerini topladıkları eser.
divâne: deli, kaçık, budala; bir şeye çok düşkün olan.
diyanet: din kuralları ve bunlara tam uyma, bağlı olma durumu.
don: elbise, kıyafet.
dudu: papağan, tuti. bir papağan cinsi.
duş: omuz. dün gece.
duyuban: duyup da…
duzah: cehennem.
düğürlü: evlenecek çağda, dünür gelinen kız.
dükel: hep, cümle, hepsi, bütün, herkes.
dükeli: Hep, cümle, hepsi, bütün, herkes.
dülger: yapıların kaba ağaç işlerini yapan usta.
dün ü gün: gece gündüz.
dür: inci, inci tanesi.
dürdane: inci tanesi, kıymetli.
dürmek: bir şeyi, silindir biçimini alacak biçimde kendi üzerine sarmak. yufka, kâğıt, bohça, mendil gibi şeyleri, uçlarını üst üste getirip katlamak.
dürr ü gevher: inci, inci taşı.
düşvar: güç, zor.
düşüben: düştüğünde, düşünce.


ebed: ebedîlik, zevalsizlik, sonu olmamak. sonsuz, sonu olmayan, sonsuzluk. sonsuz gelecek zaman.
ebleh: akılsız, budala, alık.
ecel: belirlenmiş zaman, muayyen bir müddetin sonu. ölüm zamanı, yaşamın sonu.
edip: edepli, edep sahibi.
efgan: ıstırap ile haykırma, bağırıp çağırma; inleme, bağrışma, feryat.
efsane: hem anlatıcı hem de dinleyiciler tarafından insanlık tarihinde yer aldığına inanılan veya öyleymiş gibi algılanan insan eylemlerinin yer aldığı bir anlatıdan oluşan bir folklor türüdür.
eğni: elbise, giyecek, üst baş, boy, endam.
elest: Kur’ân-ı Kerim’de bildirildiği üzere Allah’ın ruhları yarattıktan sonra sorduğu, “Elestü bi-rabbiküm” (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) sorusunun kısaltılmış şekli.
enaniyet: benlik, her şeyi kendi benliğine dayandırma, kibir, gurur
enbiya: nebîler, peygamberler. yeni din ile gönderilmeyip, insanları önceki dine dâvet eden peygamberler. nebî kelimesinin çoğulu.
enel-Hak: arapça “Ben Hakk’ım” anlamına gelir. “Hak’tan gayrı değilim” demektir.
epsem: sessiz, ses çıkarmayan, susan.
er: erkek, asker. yiğit. eğer, şâyet, ise, olsa, olur ise… erken, geç değil.
erdem: ahlakın övdüğü ve ahlaklı olmanın gerektirdiği doğruluk, yardımseverlik, yiğitlik, bilgelik, alçakgönüllülük, iyi yüreklilik, ölçülülük gibi niteliklerin ortak adı.
eren: kendini Allah’a adamış olduğu için benliğinden, öz varlığından sıyrılmış, Allah’a ermiş kimse.
ergör: ulaştırmak. lâyık görmek.
erkân: bir topluluğun önde gelenleri, söz sahipleri, büyükler, üstler.
erte: bir günün ya da olayın arkasından geçen zaman.
erte namazı: ertelenmiş, kılınmamış namaz, kazaya bırakılan namaz.
esenlemek: karşılaşıldığında iyi dileklerle selamlamak. iyi dileklerde bulunarak ayrılmak.
esfel: çok (daha, en, pek) sefil, pek bayağı, pek alçak. en dipte, en aşağıda olan (yer).
esie: onun.
esilmek: dökülmek.
esirgemek: korumak. bir şeyi yapmaktan ya da vermekten kaçınmak.
esrar: sır, sırlar. gizli hikmetler ve mânalar. bilinmeyen şeyler.
esrik: sarhoşluk.
esrimek: coşup kendinden geçmek, vecde gelmek; mest olmak.
esritmek: sarhoş olmasına yol açmak, sarhoş etmek.
eşkere: açık, belli, meydanda, aşikâr.
evvel: önce. geçmiş, önceki, ilk.
eya: acaba mânasına nidâdır. “hey, ey” gibi çağırma, nidâ, seslenme edatı olarak da kullanılır.
eydirmek: meylettirmek, çevirmek, döndürmek.
eydür: der ki, söyler, der.
eyit: söyle.
eyitmek: söylemek.
eyyâm: devirler. günler. güç, iktidar, nüfuz.
ezel: başlangıcı olmayan geçmiş zaman, öncesizlik.
ezel ve ebed: başlangıcı ve sonu olmama, öncesizlik ve sonsuzluk.
ezeli: başlangıcı olmayan, öncesiz, eski. eskiden beri gelen, çok eski, eski.
ezkâr: zikirler, Allah’ı anmalar.


fahretmek: övünmek, iftihar etmek.
fak: kapan, tuzak.
fakı: eskiden anadolu’da köy imamına ve öğretmen gibi okumuş insanlara verilen ad, unvan.
fakıh: fıkıh bilgini.
fakılık: hocalık.
fâni: bir gün ölecek olan, gelip geçici, bir gün sona erecek olan, kalıcı olmayan, kalımsız, ölümlü.
fariğ: vazgeçmiş, çekilmiş. rahat, âsûde. boş, işini bitirmiş, işsiz.
farîzâ: Allah’ın buyruğu. kişinin yapmak zorunda bulunduğu görev.
fasık: Sözlükte “bir şeyden çıkan” anlamına gelen fasık kelimesi, tasavvufta, inkar edenlere ve iman ettiği halde Allah’a ve Peygamber’e itaat etmeyen, dini görevlerini terk eden ve günah fiilleri işleyenlere denilmektedir.
fasid: kö­tü, fe­nâ, yan­lış, bo­zuk. mü­nâ­fık, fe­sad çıka­ran.
faş: meydana çıkmış, yayılmış, anlaşılmış olan, meydana çıkarma, açığa vurma, ortaya çıkmış, ifşa olmuş, aşikar olmuş.
faş etmek: gizli olanı açığa vurmak, duyurmak, ortaya dökmek, dile vermek.
fazl: lütuf, ihsan, üstünlük, artıklık, cömertlik, iyilik.
feda: bir amaç yolunda bir değer ya da varlıktan vazgeçme.
fehim: zekî, anlayışlı, akıllı (kimse).
fena mülkü: geçici dünya, kendi varlığından geçme.
ferâgat: tok gözlülük. hakkından vaz geçmek, bir şey istememek. şahsî dâvasından vaz geçmek. fedakarlık, özveri, kişisel hakkından vazgeçme. hakkı olanı bile istememe.
fereci: şeyhlerin ve ulemânın giydiği çok geniş ve bol üstlük.
ferişte: melek.
ferişteh: melek.
ferman: buyruk, emir.
ferraş: yerleri süpürüp temizlemeye ve koruyup muhafaza etmekle vazifeli adam. cami, mescid, imaret gibi müesseselerin temizliğini sağlamak ve kilim, halı ve hasır gibi mefruşatını yayma hizmetleriyle vazifeli olan kişi.
ferseng: fersah. uzunluk ölçüsü birimi.
ferş: yeryüzü, döşeme, yayma, serme, toprağı ve umumiyetle basılacak ve gezilecek yeri örtmek üzere bir şeyi döşetme.
fesad: tabiî halden çıkma, bozulma, bozukluk. kargaşalık, karışıklık, fenâlık, kötülük, bozgunculuk, fitne. her şeyi kötü tarafından alan, kötüye yoran, karıştırıcı.
fetvâ: bir olayın hükmünü açıklayan veya hükmünü koyan, güçlükleri çözen kuvvetli cevap. fakih bir kişinin sorulan fıkhî bir meseleye yazılı veya sözlü olarak verdiği cevap, ortaya koyduğu hüküm.
fevkal’ulâ: yücelerin yücesi.
fevkûl’âlâ: yücelerin yücesi.
fırkat: ayrılık.
fısk: dinin emir ve yasaklarına aykırı davranma anlamında fıkıh ve hadis terimi.
figan: Bağırarak ağlama, inleme.
fikret: fikir, düşünce. düşünme, tefekkür, teemmül, fikir, düşünülen şey. düşünme.
filhal: o anda, hemen şimdi.
firak: hasret, özlem, ayrılık, ayrılık acısı.
firkat: ayrılık acısı, üzüntüsü, ayrılış, ayrılma.
fitne: Sınama, maddî ve mânevî sıkıntı, üzüntü, belâ ve felâketle imtihan etme. şirk, küfür, müşriklerin müslümanlara uyguladıkları ve şirke döndürmeyi amaçlayan baskılar. sapıklık, sapma, saptırma. düşman saldırısı. şeytanın hile ve tuzağı. nifak.
fodul: öyle olmadığı halde üstün biriymiş gibi davranan, kibirli (kimse).
fuzûl: Yersiz, usulsüz, haksız olarak.
fuzûllük: Yersizlik, usulsüzlük, haksızlık.
fülan: belirsiz bir şey, filan. falan, filan, falanca.


gafil: gaflette olan. Allah Teâlâyı, emir ve yasaklarını unutan kimse.
gaflet: gafillik, boş bulunma, dalgınlık, dikkatsizlik, ihtiyatsızlık. ihmal, endîşesizlik.
galebe: üstün gelmek, yenmek, bozmak, çokluk, yeğin olmak.
galtan: yuvarlanan.
gammaz: gizli kalması gereken bir şeyi başkasına duyuran, söz getirip götüren, arabozucu (kimse).
gani: bol, çok. parası, malı mülkü çok olan, varlıklı, varsıl, zengin (kimse).
gâret: Yağma, talan, çapul
gâret eylemek: yağmalamak, talan etmek
gark: (suya) batma, batırma, (suda) boğulma, (toprağa) gömme, gömülme. suya batırmak, suda boğmak.
gark olmak: gömülmek, batmak, boğulmak. bir şeyden bol miktarda olmak.
gassal: ölü yıkayıcısı.
gavvas: çok gayretli, çalışkan, suya dalan, inci arayan dalgıç.
gaybet: sözlükte “bir şeyin bir başka şey içinde kaybolması, kişinin kendini kaybetmesi” gibi mânalara gelen gaybet, tasavvuf terimi olarak “sâlikin vârid ve ilhamın tesiriyle kendinden geçerek dış dünya ile ilgili şuurunu kaybetmesi” anlamına gelir.
gayya: cehennemde bulunan bir kuyunun ya da derenin adı.
gedâ: fakir, kimsesiz, dilenci, yoksul.
gehî: bâzen, arasıra.
ger: eğer.
gerdân (gerden): dönen, dönücü.
gerdun: dönen, devreden.
gevher: cevher. bir maddenin özü. değerli taş.
gey: yeni sürülmüş tarla.
gılman: cennette hizmet eden delikanlılar. Osmanlı Devleti’nde yeniçeri, kapı kulu ocağına yeni giren gençler.
giriftar: tutulmuş. yakalanmış.
giryan: ağlayan, ağlayıcı.
göçküncü: göçebe.
gökçek: güzel, sevimli, hoş kimse.
görklü: güzel, heybetli, gösterişli.
göynümek: dertlenmek, üzülmek, içlenmek, ham meyve olgunlaşmak. göynür: üzülür, içlenir, dertlenir.
göynemek: olmak, olgunlaşmak. yara çok fazla sızlamak. yana yakıla ağlamak. çürümeye yüz tutmak.
göynü: iyice olmuş meyve. olmuş. olgun.
göyünmek: üzülmek, kederlenmek.
gufran: Allah’ın kullarını azaba uğramaktan koruması anlamına gelen bir kelime. mağfiret, bağış. af.
gulgul: gürültü, patırtı, bağrışıp çağrışma, velvele.
gulgule: gürültü, patırtı, bağrışıp çağrışma, velvele.
guman: umut.
gurbet: insanın doğup büyüdüğü, aile ocağının bulunduğu yerden uzak yer, yabancı yer. doğup büyüdüğü, aile ocağının bulunduğu yerden ayrı olma.
gussa: acı, üzüntü, dert, sıkıntı, ıstırap, tasa, bulantı, gam.
gusse: üzüntü, tasa, gam.
güft: söz, lâkırdı; dedi, söyledi.
güftâr: söz, kelâm.
güher: cevher.
gülistan: gül bahçesi, güllük.
gülzar: gül bahçesi, gülşen, gülistan.
güman: zan. tahmin. sanmak. şüphe.
gümansız: umutsuz.
gümrah: aşırı derecede büyümüş olan (bitki). deli dolu akan (su). gür, yüksek, kuvvetli (ses). uzun, sık ve dalgalı (saç). yolunu şaşırmış. doğru yoldan sapmış.
gümüşlenmek: gümüş ile kaplanmak. gümüş gibi parıldamak.
günilmek: yönelmek.
gütmek: evcil bir hayvanı ya da evcil hayvan sürüsünü önüne katıp otlaklara götürmek ve onlara oralarda göz kulak olmak.
bir duyguyu, düşünceyi ya da ilkeyi içinde taşımak ya da gerçekleştirmeye çalışmak.
güzaf: boş, anlamsız, beyhude söz.
güzar: geçiş, geçme. beceren, halleden, yapan. dolaşma, gezinti. güzer eylemek: geçmek.
güzin: seçkin.


habib: sevilen, sevgili, seven.
hâce: yol gösterici, müderris, efendi.
hacet: herhangi bir şey için gerekli olma. gereklilik.
hâcetgâh: dua yeri, ihtiyacın bildirildiği yer.
haçan: ne zaman, ne vakit, ne zaman ki. mademki.
hadd: hudut, çizgi, sınır.
hakikât: zahirin ardındaki örtülü ve gizli mana, dinî hayatın en yüksek seviyede yaşanarak ilâhî sırlara aşina olunmasıdır.
hâl: durum, vaziyet, tavır.
halayık: kadın köle, cariye.
haldaş: derdine, hâline ortak, dert ortağı.
Hâlık: her şeyi yaratan, yoktan var eden demektir.
halis: tek bir şeyden oluşmuş bulunan, katışık olmayan, katışıksız, öz.
halleylemek: hal eylemek.
halvet: tasavvuf yolunda olgunlaşmak ve ilerlemek için belli bir müddet tenhâda kalma hali yalnız kalmak. yalnız kalma, tenhaya çekilme. tenha yer, ibadet için tenha hücre. yalnızlık. Tek başına kalmak. Tenhaya çekilme. gizlilik. tenha yerde yalnız kalmak.
hamir: eşekler. hımarlar. eyer yapmada kullanılan tüysüz beyaz deri. hamur, maya.
hamuş: çok az konuşan, sessiz, sakin olan, sükûti. suskun.
handan: gülen, şen, neşeli.
hanuman: ev bark, ocak.
hâr: sıcak, kıvılcım, yanıcı, ateş.
harabat: yıkılmış yerler, yıkıntılar, harabeler, viraneler.
harami: yol kesen kimse, haydut.
harc etmek: harcamak.
harekât: hareketler, davranışlar.
harif: meslekdaş, san’at arkadaşı. teklifsiz dost. herif, âdi insan. güz mevsimi, sonbahar. meyve toplama zamanı. yemiş toplayan. rakip.
hasıl: ortaya çıkmak, türemek.
hâsıla: Bir işten elde edilen sonuç.
hasım: düşman.
hass-u âmm: herkes, bütün herkes.
hâss-ül hâss: en güzel, en has.
hâssül-havâs: kendilerini halktan ayrı ve üstün sayan, kendilerinde bir çeşit ayrıcalık gören kimseler, avam karşıtı.
haşa: Allah göstermesin. bizden uzak olsun.
haşr: bir şeyi mekân ve meskenden çıkarmak, toplamak, bir araya getirip sevketmek; bütün canlıların yeniden diriltilerek mahşerde, hesap vermek üzere toplanmasıdır.
hatar: tehlike. uçurum, emniyetsizlik. korku.
hatm: kırmak, ufalamak. hâlis, saf. sağlamlaştırma, muhkemleştirme. hüküm ve kazâ icabettirme. hitâma erdirmek, bitirmek. Kur’an-ı Kerim’i veya herhangi bir şeyi sonuna kadar okuyup bitirmek. mühürleme. mühürlenme. kuş gagası.
havaî: heves ve nefis hesabına olan, boşuna veya çirkin. günahlı iş.
havale: bir işi bir başkasının sorumluluğuna bırakma, ısmarlama, devretme.
havf: korku.
havf u rica: ümit ve korku.
havsala: leğen, zihnin bir şeyi anlama ve kavrama yetisi.
hayf: yazık, eyvah, heyhat; haksızlık, zulüm.
hayr: faydalı, iyi, yararlı, hayırlı.
hazne: bir şeyin, özellikle bir sıvının toplandığı, biriktirildiği yer.
hazin: hazine nâzırı. bekçi. hüzünlü. keder meydana getiren. acı uyandıran. hüzün veren, acıklı. üzüntü verici.
hazine: altın, gümüş, mücevher gibi değerli şeylerden oluşmuş yığın, büyük servet. bu türden değerli şeylerin korunduğu, saklandığı yer. gömülü ya da saklı iken rastlantıyla ya da aranarak bulunan değerli şeyler yığını. devlet malı, parası, bunların saklandığı yer ve devlet maliye örgütünün bu işlere bakan bölümü. değerli kaynak.
hazret: sayın, saygıdeğer; saygı, hürmet maksadıyla büyüklere verilen ünvan.
hekim: insanlardaki hastalıkları tanılayan ve onları ilaçlarla ya da kimi araçlarla sağaltan, hekimlik öğrenimi görmüş kimse. doktor, tabip.
helek: iki dağın arası. aşırı derecede yorulmak.
helâk: fert ve toplumların yok edilmek suretiyle cezalandırılması.
helâk etmek: ortadan kaldırmak, yok etmek, öldürmek. fert ve toplumları yok etmek suretiyle cezalandırmak.
hemîşe: dâima, her vakit, her zaman.
hemrah: yol arkadaşı, yoldaş.
hem-râz: sırdaş. birinin sırlarını bilen, onun sırlarına ortak olan, o sırları saklayan, güvenilir kimse.
hergiz: asla, katiyyen; hiçbir suretle.
heva: arzu, meyil, heves.
hevâset: nefse uyarak yapılan şeyler, kötülük.
heybet: korku ve saygı uyandıran görünüş. (yapı olarak) ululuk, büyüklük, görkem.
hezar: bin, pek çok, bülbül.
hezâran: binler. binlerce. pek çok. bülbüller.
hezen: damı toprak evlerde kirişin üzerine dikine konulan kalın ve büyük ağaç.
hıkd: gizli düşmanlık, öc alma arzusu
hısım: soyları bir olan, aralarında kan bağı bulunan ya da evlilik yoluyla aralarında bağ oluşmuş olanlardan her biri.
hışmetmek: kızmak.
hicab/hicap: utanma, perde. iki nesne arasına konan engel, örtü. bir kişi ile bir nesne arasında yer alan ve arkasında bulunanların görülmesine engel olan şey.
hicran: bir kimseden ya da bir yerden ayrılma, ayrılık. ayrılığın yol açtığı onulmaz acı.
hidâyet: doğru yola girmek, doğru yolu göstermek. doğru yol, kılavuzluk.
hikmet: bilgelik, sebep, gizli sebep, özlü söz, vecize.
hilaf: aykırı, ters, karşıt.
hilât: osmanlı döneminde, padişahların, gönül almak ya da ödüllendirmek için bir kimseye giydirdikleri, çok değerli bir kumaştan ya da kürkten yapılmış kaftan.
himmet: Allah indinde makbul ve mübârek bir kimsenin mânevi yardımı ile birisini koruması, yardım etmesi. tabiî şevk ve meyil ve heves. lütuf, yardım.
hisâb: hesap. mükellef insanların dünyadaki inanç ve davranışlarından dolayı âhirette hesaba çekilmeleri.
hitap: sözü bir kimseye ya da kimselere yöneltme, karşıdakine ya da karşıdakilere seslenme.
hod: kendi. hod be hod: kendi başına.
hodbin: bencil, bencillik.
hub: sevgili.
hulk: ruh; iri ve yakışıksız, hantal. insanın yaradılış özellikleri ve karakteri.
hulkum: insan veya hayvan boğazı, ağızdan mideye giden yol.
hulle: ağır, pahalı. belden aşağı ve belden yukarı olan iki parçadan ibâret olan elbise. cennet elbisesi. fıkh: üç defa kocasının boşadığı bir kadının dördüncü defa eski kocasına nikâh düşebilmesi için başka birine nikâhlanması.
humar: içkiden sonra gelen baş ağrısı ve sersemlik.
hup (hub): sevgili.
huri: cennet kadınlarını ve bu kadınların güzelliğini ifade eden bir tabir.
hur-i cinan: cennet kadınları.
hurrem: sevinçli, neşeli ve şen şakrak kimse.
hüccet: delil, burhan, senet.
hüdavendigar: hükümdar, sâhip, efendi.
hüküm: bir şeyin iyi ya da doğru olduğuna karar vermek. emir. yargı, karar.
hümâ: sevgilinin iltifatı âşığın başına devlet kuşu konması demektir. saadet. mutluluk. devlet kuşu.
hûlasa: özet
hülle: üç talâkla boşanmış bir kadının ayrıldığı kocasına tekrar dönebilmesi amacıyla bir başka erkekle evlenmesi. helal kılma.
hüma kuşu: doğu mitolojilerinde ve divan şiirinde üstün özellikleriyle yer alan efsanevî kuş.
hürmet: saygı.
hürmetli: saygın, saygıdeğer, saygılı.


ıldız: yıldız.
ırak: uzak.
ırımak: uzaklaştırmak, ayırmak.
ırılmak: ayrılmak.
ıssı: sahip, iye. sıcak. sıcaklık.


ibret: kötü, yanlış davranışlardan sakınmayı sağlayan olgu ya da bu gibi olgulardan, olaylardan alınması gereken ders.
icazet: izin, müsaade, şehadetname, diploma. “olur” demek, destur vermek. ilmî ehliyet, reva görmek. yetki belgesi.
igen: gayet, pek, ziyade, daha ziyade.
ihlâs: bir şeyi, içine karışmış ve değerini düşürmüş olan başka şeylerden temizleyip arındırmak, saflaştırmak. ibadet ve iyilikleri riyadan ve çıkar kaygılarından arındırıp sadece Allah için yapmak.
ihsan: iyi davranma, iyilik etme. bağışta bulunma, bağışlama.
ihsan eylemek: iyilik ve lutufta bulunmak, bir işi en güzel şekilde yapmak, Allah’a ihlâsla kulluk etmek.
ikab: şiddetli azab, eziyet, ceza. ezâ, cefâ.
ikrar: saklamayıp doğruca söyleme, açıkça söyleme, bildirme; benimseme, onama, kabul, tasdik.
ilm-ü amel: ilim ve amel.
ilm-i ledûn: Allah Teâla’nın veli kullarına nasip ettiği, Allah Teâlâ, gayb ve sırlara dair bir ilimdir. Gayb ve mârifet ilmidir.
iltelemek: alıp götürmek.
imaret: ümran, bayındırlık, yoksullara yiyecek dağıtılmak üzere kurulmuş olan hayır evi.
inayet: iyilik, kayra, atıfet, ihsan, lütuf.
inilti: inleme sesi, inleyiş.
inlemek: acı, üzüntü belirten kesik, dokunaklı sesler çıkarmak. gür ve güçlü seslerle yankılanmak, güçlü, gür ve uğultulu sesler çıkarmak.
ins: insan.
intiha: son, nihayet, uç. eğilme. dayanma, yaslanma. son, uç nokta. son, sona erme.
irfan: dini gerçek ve sırlan biliş, bilme, anlama, gerçeği sezme, kavrama gücü, kültür.
irşad: sözlükte “doğru yolu göstermek” anlamına gelen irşad, dini kavram olarak, müminleri dini görevlerini yerine getirmeye çağırmak demektir.
istiğfar: Allah’tan suçlarının bağışlanmasını dileme, tövbe.
işbu: işte bu, bu, şu.
işret: içki içme.
itikad: inanmak. İnanç. Sıdk ve doğruluğuna kalben kararlı olmak. Gönülden tasdik ederek inanmak. Dinin temelini meydana getiren şeylere inanmak. peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü teâlâ tarafından, bildirdikleri şeylerin hepsine inanma veya inanılacak şeyler. inanç.
iyan: örtülmemiş, açık, meydanda.
izzet: büyüklük, yücelik, ululuk; kuvvet, kudret, hürmet, saygı, ziyadelik ve üstünlük.


kabetullah: Allah’ın evi.
kâbin: güveğinin geline verdiği ağırlık, eşya, para. mehir.
kad: boy, mahzun olma, hüzünlü ve kederli olma.
kada: kaza, bela, felaket. yıkım, kötülük.
kadd: boy, bos.
kadem: ayak. adım. metrenin üçte biri kadar olan uzunluk. Oniki parmak uzunluğu, yarım arşın.
kadı: osmanlı devleti’nde kaza adı verilen yerleşim yerlerine belli bir süre için merkezi yönetim tarafından atamış, görev bölgesindeki şer’i ve idari yargıdan tek başına sorumlu olan ayrıca mülki idare amiri, yerel yönetici ve emniyet müdürlüğü görevlerini yerine getiren bir kamu görevlisidir.
kadim: başlangıcı geçmişin derinliklerinde bulunan, pek çok eskiye uzanan, öncesiz. başlangıcı olmayan, eski, ezeli.
kadir: değer, kıymet, itibar; kuvvetli, güçlü, kudret sahibi; Allah’ın isimlerinden.
kahır: yok etme, perişan etme, ezme. derin üzüntü ya da sıkıntı, derin acı, içe işleyen üzüntü.
kahıtlık: kıtlık.
kâhil: erişkin. saçına ak düşmüş adam. yaşlı, ihtiyar. tembel.
kaide: kural.
kaim: ayakta duran, bir işte sebat eden, direnen, duran, bir şeyi yapan icra eden, Allah’ın emrini ifa eden, mevcut, baki.
kakımak: sert sözler söylemek, paylamak, kızmak, öfkelenmek.
kal: söz, ifade.
kal’a: kale. eskiden yapılan büyük merkezlerin ve şehirlerin bulunduğu etrafı duvarlarla çevrili ve düşmanın hücumundan muhafaza edilen yüksek yerlerde inşa edilmiş yapı.
kalaba: kalabalık.
kallaş: sözünde durmaz, iki yüzlü, dönek, hîlekâr (kimse).
kal-ü kil: kil-ü kal, kilükal, dedikodu.
kamet: kalkmak, ayakta durmak. endam. farz olan namazlardan önce namazın başlamak üzere olduğunu ifade eden, ezan benzeri sözler.
kamı: kam’eden, kahreden, yok eden.
kâmil: bütün, eksiksiz, noksansız, yetkin, tam. ağırbaşlı, erişkin, eksiksiz, olgun, bilgili (kimse).
kamil mürşid: nefsini Allah yolunda yok eden ve fena mertebesine erişmiş kişilere mürşid-i kamil denir.
kamu: hep, bütün, halk hizmeti gören devlet organlarının tümü.
kamus: deniz, denizin ortası, derin yeri.
kan: bir şeyin menbaı. kaynak, kuyu.
kan-ü: kanaatli, kanaat sahibi.
kanceru: nereye, neresi, ne tarafa, nereye ait.
kanda: nerede, nereye. kanda (kan): (Osmanlıca) bir şeyin menbaı, özde.
kandasam:: nerdeysem.
kani: kanaat eden. kendinde olan helâla razı olup, başkasının hiçbir şeyine göz dikmeyen. kanmış. inanmış. tatmin olmuş. dokunaklı ve iğneli söz söyleyen. kinayeli konuşan. yetinen.
karangu: çok karanlık yer. karanlık.
karanu: karanlık.
karavaşlu: hizmetçili.
kargu (kargı): gövdesi 5-6 m yüksekliğe erişebilen çok yıllık bir bitki, kamış, saz; eskiden silah olarak kullanılan, ucu sivri demirli, ağaçtan yapılmış uzun sırık.
karışgan: her şeye burnunu sokan, bilgiçlik taslayan.
Kerim: sözlükte “cömert olmak, iyi, ahlâklı, asil ve değerli olmak” anlamındaki kerem, esmâ-i hüsnâda lutuf ve ihsanda bulunan anlamındadır.
kar-ü bar: Kazanç, iş, güç.
katar: birbiri arkasına dizilmiş hayvan sürüsü. bir lokomotifin sürüklediği vagonların tamamı. tren.
katran: siyah, sert kokulu, süretle yanan, hararetli, keskin ve suda erimeyen bir madde.
katre: damla, su damlası.
kavi: kuvvetli, dayanıklı, güçlü, sağlam, zorlu. güvenilir, sağlam.
kavil: söz, söz verme. anlaşma, sözleşme.
kavm: bir peygambere tâbi ve bağlı insan topluluğu. Aralarında dil, âdet, örf, kültür birliği olan cemâat, topluluk. millet. bir işe başlamak. pazar kurmak. müşteri ile anlaşmak. kavim, millet, halk. insan topluluğu.
kayıkmak: öfkelenmek. temayül göstermek, inhiraf etmek, sapmak, yüz çevirmek.
kayim: ayakta duran, bir işte sebat eden, direnen, duran.
kayum (kayyum): belli bir malın yönetilmesi veya belli bir işin yapılması için görevlendirilen kimse, gökleri, yeri ve herşeyi tutan, her şeyin varlık sahibi olabilmesi için gerekeni veren, Allah’ın isimlerinden, ezeli ve ebedi olan, değişmeyen, başlangıç, nihayet ve yeniden oluş gibi hallerden münezzeh ve ezelden ebede kaim, daim ve var olan Allah (c.c), cami hademesi.
kefâret: dinin belirli yasaklarının ihlâli durumunda yapılması istenen malî veya bedenî ibadet. günahları telâfi etme,
kefen: ölülerin, gömülmeden önce sarıldığı beyaz bez.ortadan kaldırma. günah ve hataları örtücü, telâfi edici kurban, sadaka, oruç gibi ibadetler.
kelâm: söz. söyleyiş biçimi, söyleme.
keleci: öz veya kusursuz, düzgün söz. sözleşme, anlaşma. söz, lakırdı.
kem: kötü. kötü amaçla bakmak.
kemend: eskiden idam için boyna geçirilen yağlı kayış. uzakta bulunan herhangi bir nesneyi yakalayıp çekmek için üzerine atılan ucu ilmekli uzunca ip.
kemter: değersiz, itibarsız, daha aşağı.
kerâmet: Allah’ın sâlih, takvâ sahibi, velî kullarından zuhur eden olağan üstü hal. tıpkı mûcize gibi tabiat kanunlarıyla açıklanamayan olağan üstü ve sıra dışı bir olay. iyi, ahlâklı ve cömert olmak.
keşik: sırayla yapılan iş, sıra, nöbet.
kevn: varlık, var olmak. vücud, âlem, kâinat. mevcudiyet. var olma, varlık. yaratılan, âlem.
kevn ü mekan: kainat, alem, dünya.
kevser: alabildiğine çok. cennette bir ırmak adı.
key: için, tâ ki, hangi, nasıl?
keyvan: satürn gezegeni.
kezek: sıra, nöbet.
kıssa: ir kimse yahut bir şeye ait hadiselerin adım adım, nokta nokta takip edilerek anlatılması / hikâye edilmesi ve bu niteliği taşıyan hikâyeyi ifade eder.
kıyl-ü kal: arapça malayani, gıybet. Kitaplarda kîl-ü-kâl, kâl ü kîyl şeklinde de geçer.
kiçi: küçük.
kil-ü kal: kilükal, dedikodu.
kimesne: kimse.
kisvet: elbise. özel kıyâfet. yağlı güreş yapan pehlivanların giydikleri, meşinden ve dar paçalı olan pantolon. kisbet.
koçmak: kucaklamak, sarılmak.
kogıl: bırak, çek.
kolmaş: asılsız söz söyleyen, geveze, herzevekil.
kopuz: eskiden beri türklerin kullandıkları, bugün altay türklerinde rastlanan bir çeşit musiki aleti. bağlamanın atası kabul edilir.
kovucu: söz taşıyan, münafık.
könül: gönül. yürekte varsayılan sevgi, istek gibi duyguların kaynağı. istek, arzu, heves.
körpe: çok genç, dalından yeni koparılmış, tazeliği üstünde, daha büyümemiş (bitki).
kudret: güç, erk, erke, iktidar; Yaratan’ın ezeli gücü.
külhan: kor hâlinde yanan ateş. hamam ocağı. hamamda su ısıtmak için ateş yakılan yer.
küll: tüm.
külli: bütüne, genele, tüm, tüme değgin, tümle ilgili.
küllün yerci: herşeyin aslı.
külük: eşek. boynuzlu olması gerektiği halde, boynuzsuz ya da kısa ve kırık boynuzlu olan hayvan. külde pişirilen yağlı yufka ekmeği. boynuzlu keçiği.
külüng: taşçı kazması.
kün: gün.
kün demi: gün sonu.
kün fe yekun: ol der ve olur.


lâ şerik: Onun (Allah’ın) ortağı yoktur.
lâ taknatû: umut kesmeyin.
lahza: an. zamanın bölünemeyecek denli kısa bir parçası.
lain: lânetlenmiş, Hakk’ın rahmetinden mahrum olmuş, lânetli.
lâl: Dilsiz. söz söyleyemiyen. billurlaşmış ve saydam bir alüminyum oksidi olan, parlak kırmızı renkli değerli bir taş. sevgilinin dudağı.
latif: yumuşak, hoş ve ince bir güzelliği olan.
lamekan: belli bir yeri olmayan, mekânsız.
len-teranî: beni aslâ göremezsin (meâlinde).
levh: tahta, düz ve üzerine yazı, resim vesaire yazılabilir levha. levh-i hatır: hafıza.
levh ü kalem: Allah’ın âlemi, gökleri ve yerleri yaratmadan önce yazdığı kullarının kaderlerini kayd ettiği değişmeyen kaderler levhası veya kitabıdır.
levh-i mahfuz: ilâhî takdirin, mukadderatın yazılı bulunduğu manevi levha.
levn: renk, yüzün rengi, beniz, çeşit, nevi, sınıf.
leyl ü nehar: gece gündüz.
leylî: gececi, yatılı. Leyla.
libas: giysi.
lisan: dil.
lüle: Osmanlı İmparatorluğu çağında çeşmelere takılan ve belli bir süre içinde belli ölçüde su akıtan boru.


maânî: mânâlar.
mabud: kendisine ibadet edilen. ilah.
mağrıb: güneşin battığı yer ve taraf, batı. mağrıp maşrık: batıdan doğuya.
mağrur: kendisini önemseyen, büyüklenen, böbürlenen, kurumlu (kimse). büyüklenme belirtisi olan, gurur belirten.
mahbus: mahkum, tutuklu, bir yere kapatılmış, hapsedilmiş.
mahfil: toplantı yeri, toplanmış kimseler, camilerde parmaklıkla ayrılmış yüksek yer.
mahiv: yok etme, yok olma.
mahluk: yaratık.
mahlukat: yaratıklar.
mahsûsat: varlığı beş duyu ile anlaşılan, duyulan, hissedilen şeyle.
mâhşer: kıyamet günü dirilecek olanların toplanacakları yer. mecazi: büyük ve gürültülü kalabalık.
mahzun: üzgün, üzüntülü.
makber: mezar. kabir.
maksud: istenen, niyet edilen, güdülen, amaçlanan, kasdedilen; varılmak istenen yer. kasdedilmiş. istenilen şey. istek. arzu. gâye.
makulat (ma’kulat): aklın uygun bulduğu, ancak akıl ile bilinir ve nakle müstenid olmayan meseleler ve ilimler.
malik: cehennem meleklerinin en büyüğü, amiri, bekçisi; sahip, iye. bir mülke sahip olan.
mâlum: belli, bilinen. bilinen konu, iş, şey.
mamur: bayındır, imar edilmiş, şenlendirilmiş.
mana: içyüz. akla yakın sebep. rüya, düş.
mancınık: topun henüz bulunmadığı çağlarda, kale kuşatmalarında, ağır taş gülle fırlatmakta kullanılan, bir ucunda bir kepçe, öteki ucunda da bir karşı ağırlık bulunan, kaldıraç temeline dayanan ilkel bir savaş aracı. (dokumacılıkta) ipekçi çıkrığı.
mânende: benzeyen, mümâsil.
ma’nî: mana.
mansıp: yüksek makam.
mansur: yardım olunmuş, Allah’ın yardımıyla galip, üstün gelmiş; yardım edilen, yardım görmüş.
marifet: Allah ve O’nun sıfatları, fiilleri, isimleri ve tecellileri hakkında mânevî tecrübeyle doğrudan elde edilen bilgi anlamında bir tasavvuf terimi.
masiva: Allah’tan başka her şey demektir.
maslahat: iyi olan ve iyiliğe yol açan, hayır getiren, fayda sağlayan şey. iş, husus, mesele. dirlik, düzenlik.
maşrık: doğu.
maşuk: sevgili. sevilen, aşık olunan.
maşuka: sevgili.
mata: arka.
matah: mal, eşya.
mazûl: azledilmiş, görevden alınmış.
mazur: mazereti olan.
mebde ü mead: başlangıç ve yeniden dönüş zamanı.
mechul: bilinmeyen, tanınmayan, belli olmayan.
meçhul: bilinmeyen, tanınmayan, belli olmayan.
medet: yardım.
mehv: sulu süt, ince kılıç.
mekâl/makâl: söz, lâkırdı, kavl, söyleyiş.
mekr: hile, aldatma. hile, oyun, düzen. hile ile aldatma, maksadından vazgeçirme. bir kimseye, hiç beklemediği, ummadığı yerden hîle yapmak, tuzak kurmak sûretiyle zarar vermeye çalışmak.
melaik: melekler. nurdan yaratılmış, fıtratları sâfi, makamları sabit, kendileri ma’sum mahluklar.
melâil: can sıkıntısı, üzüntü, hüzün.
melalet: bıkma, usanma, usanç.
melamet: kınama, ayıplama, azarlama, çıkışma.
melamet göyneği: (melamet hırkası) alçak gönüllülük, dünyâ malında gözü olmamak ve kanaatkar davranarak kendilerini toplumdan saklamaya çalışan bir manevi sûfi hali (gömleği/hırkası).
melekût: tam bir hâkimiyyetle, Saltanat-ı İlâhiyyenin müessiriyyet ve idâresinin esrarı. her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye münâsib ruhu, canı, hakikatı. Bir şeyin iç yüzü, iç ciheti. hükümdarlık. saltanat. ruhlar âlemi. birşeyin iç yüzü, aslı, esası.
melik: hakan, hükümdar, padişah.
melul/melül: üzgün, boynu bükük, usanmış, bıkmış, bezmiş, mahzun.
mana: anlam. yersiz bir sezgiye varmak.
meni: semen, er suyu
menkur: inkâr olunmuş. delinmiş, oyulmuş.
mensuh: hükmü kaldırılmış. nesholunmuş. hükümsüz bırakılmış.
menşur: neşrolunmuş. dağıtılmış. yayılmış. herkese ilân edilmiş. işleri dağınık. perişan. sultanın emri, mühürsüz mektubu, fermanı. bayrak.
menzil: iki konak arasındaki uzaklık, bir merminin ulaşabildiği uzaklık, ok atma yarışlarında erişilen mesafe, yolculukta dinlenmek amacıyla durulan yer, bir günlük yol.
merdan: mertler, yiğitler, erkekler, insanlar.
merdâne: erkekçesine. merdcesine. mert kişiye yakışır şekilde. matbaada baskı, baskı makinelerinde ve ofset makinelerinde ise plâteye değerek mürekkeb vermek; ve toprağı bastırmak gibi çeşitli işlerde kullanılan silindir. yufka açmağa yarıyan oklava. erkek ayakkabısı.
merd-i irfan: irfan ehlinin mert olanları, önde gelenleri.
merdud: kovulmuş, defedilmiş. geri çevrilmiş, kabul edilmemiş, makbul sayılmamış.
mergi: hastalıktan dolayı umumi ölüm.
mergizâr: yeşillik, çayır, çimen.
mesel: örnek alınacak söz, ifade edilmek istenileni benzetme veya kıyas yoluyla anlatan söz.
mest: kendinden geçmiş. abdest alırken ayağın yıkanması farz olan yerini yâni topuklarla birlikte ayakları örten deriden yapılmış su geçirmez ayakkabı. adamın elini deve karnında yavrunun yattığı yere sokması. bağırsak içinde iken sıvayıp çıkarmak. ayakkabı.
sarhoş.
mestân: savruk kimse. sarhoşlar.
mestâne: kendinden geçmiş bir durumda.
mestur: gizli, kapalı, örtülü.
mest-ü harab: çok sarhoş olmuş kimse. Körkütük sarhoş.
meşhûrat: mantık. herkes tarafından bilinen, doğru olduğu kabul edilen şeyler, kazıyeler.
meta: (metaın) sermaye, mal, ticaret malı.
meth: övme, övgü.
mevc: dalga.
mevcûd: var olan. bulunan. hazır olan. topluluğun hepsi. kâinat.
mevcûdat: var olan her şey. Kâinat. Yaratılmış şeyler. varlıklar. var olan şeyler, mahlûklar, yaratıklar.
mey: şarap.
meyletmek: bir yere doğru eğim kazanmak, yönelmek. mecazen; mecazen birine aşık olmak, gönül vermek, sadece birisiyle ilgilenmek.
mezhep: bir dinin, anlayış ve görüş ayrılıkları dolayısıyla ortaya çıkan, belirli kuralları, kendi içinde tutarlı inanç ve davranış bütünlüğü bulunan büyük kollarından her biri. anlayış, görüş, inanç.
mısmıl: temiz, pak şey. doğru, iyi, tutarlı.
mihman: konuk, misafir.
mihnet: sıkıntı, üzüntü, bela, musibet.
mihr: sevgi.
mihrab: camide imamın namaz kıldırırken cemaatin önünde durduğu, kıble yönündeki duvarın ortasında bulunan oyuk ve girintili yer.
minber: cami içerisinde mihrabın sağ tarafına denk gelecek şekilde inşa edilen, üzerinde hutbe okunan, merdivenli yapı.
mirac: İslam’da Hz. Peygamber’in (s.a.v) göğe yükselerek Allah’ın huzuruna kabul edilmesi olayı.
misal: örnek. benzer, eş, gibi.
misk: bir cins güzel koku ismi
miskal: çok az, ufacık.
miskin: çok uyuşuk olan; hiç veya yeteri kadar malı olmayan kimse, zelil, zayıf. Tasavvuf. Kulun, gerçek zenginin Cenâb-ı Hak olduğunu ve kendisinin O’na karşı mutlak bir ihtiyaç içinde bulunduğunu bilmesi durumu.
mismil: eti yenilebilen, murdar olmayan.
miyan: orta, ara, vasat, meyan. orta, ara.
muallâk: asılı, asılmış. sonuca bağlanmamış, sürüncemede kalmış.
muhâkkik: gerçeği araştıran, soruşturucu; bir şeyin hak olup olmadığını tespit etmek ve gerçek yönünü ortaya koyup tasdik eden, bir şeyin doğru olup olmadığını belirlemek için araştırıp inceleyen ve hakkaniyetini tescil eden.
muhâl: imkan dahilinde olmayan, halli mümkün olmayan; olamaz, olmaz, olmayacak, olması, gerçekleşmesi olanaksız.
muhib: seven.
muhkem: sağlam, sağlamlaştırılmış, kuvvetli.
muhlis: dostluğunda ve inançlarında içten olan, hiçbir katışığı bulunmayan, eksiksiz.
muhtasar: ayrıntılı olmayan, derli toplu, kısa, öz, mücmel. gösteriş ve tantanadan uzak, gösterişsiz. büyük kitapların ayrıntı ve tekrarları çıkarılarak meydana getirilen kısaltılmış şekli.
mukarrer: kararlaşmış. takrir edilmiş. karar verilmiş. kat’i. şek ve şüpheden beri olan. muhakkak ve müsellem olan. anlatılmış. dildirilmiş. kesinlik kazanmış; hakkında şüphe olmayan mesele. kararlaşmış. kararlaştırılmış. kesin. daha sonra verilecek mükafatın başlangıcı.
munis: cana yakın, sevimli, uysal, yumuşak.
murad: istenerek, ümid ederek beklenen. arzu edilen şey. gâye. maksad. emel. irade edilen, istenen.
murdar: kirli, pis; şeriata uygun olarak kesilmemiş olan hayvan.
musahhar: emir altında, esir alınan. boyun eğdirme. teshir edilmiş. ele geçirilmiş. fethedilmiş. istenilen hâle konulmuş. birine bağlanmış. bir yeri tamamen ele geçirmek ve orada hakimiyetini ilan etmek.
muştu: sevindirici, mutluluk verici haber.
muti: uyan, itâat eden, boyun eğen, tâbi olan (kimse). yumuşak başlı, uysal, itâatli, itâatkâr (kimse).
muvafık: uygun.
mübâriz: döğüşe, güreşe kalkışan. kuvvetli münâkaşaya girişen.
mübtelâ: düşkün (fena şeylere), tutkun, tutulmuş.
mücahede: Allah yolunda savaşmak. Sâlikin nefis, şeytan ve düşmanla mücadele etmesi anlamında tasavvuf terimi.
mücerret: madde ve cisim hâlinde olmayan. düşüncede var olan, zihinde soyutlama, tecrit yoluyle elde edilen, soyut (fikir, kavram, tasavvur).
müdam: devam eden. sürekli. daim ve baki olan.
müdbir: tâlihsiz, düşkün.
müddei: dava eden, bir savda bulunan (kimse), savlayıcı, davacı.
müderris: medrese ve büyük câmilerde yüksek seviyede ders okutan icâzetli âlim, medrese hocası.
müessir: tesir edilmiş, kendisine bir şey tesir etmiş olan.
müezzin: camilerde ezan okuyan, sala getiren, namazlarda selam ve tesbih dualarını okuyan kişi.
müflis: iflas etmiş, bütün parasını, anamalını batırmış (kimse). âhirette hesâblar görülürken, hakkı olanlara bütün günahları verilip, hiç sevâbı kalmayan ve hak sâhiplerinin günâhlarını yüklenerek, cehennemlik olan kimse.
müfsid: ifsad eden, fenalaştıran. bozan. başlanmış ibadeti bozan. nifak koyan, fesad ilka eden. fesat çıkaran, bozucu.
müfti: il ve ilçelerdeki imam, hatip, vâiz, müezzin gibi din görevlilerinin âmiri durumunda olan ve dînî hususlarda fetvâ verme yetkisine sâhip bulunan memur. dînî hususlarla ilgili soruları cevaplandıran ve meseleleri fetvâ vermek sûretiyle halleden fıkıh âlimi.
müftü: il ve ilçelerdeki imam, hatip, vâiz, müezzin gibi din görevlilerinin âmiri durumunda olan ve dînî hususlarda fetvâ verme yetkisine sâhip bulunan memur. dînî hususlarla ilgili soruları cevaplandıran ve meseleleri fetvâ vermek sûretiyle halleden fıkıh âlimi.
mük: pınar. gönül mükü: gönül pınarı.
mülk: ev, dükkân, arsa, arazi gibi taşınmaz mal. vakıf olmayıp doğrudan doğruya birinin malı olan yer ya da yapı.
mülket: yurt, vatan, ülke, mülk.
mülk-ü fena: geçici dünya, kendi varlığından geçme.
mümeyyiz: iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayıran, ayırt eden, temyiz yeteneğine sâhip olan. bir şeyi veya kimseyi başkalarından ayıran, farklı, seçkin duruma getiren. ayırtman.
münacat: Allah’a yakarma, yakarış.
münafık: Müslüman olmadığı halde Müslümanmış gibi görünen ve söyleyen.
müneccim: yıldızların durumlarından ve devinimlerinden anlam çıkararak falcılık yapan kimse, yıldız falcısı.
münevver: Kur’anî ve imanî eser okumakla ve ibadet ve taatla nurlanmış. nurlandırılmış, ışıklı. uyanık.
münezzeh: arı duru, temiz. uzak tutulan, uzak. herhangi bir durumdan ayrı tutulmuş veya uzak tutulmuş duruluk
münferit: başka kimse veya şeylerden ayrı olan, tek, yalnız, müstakil. tek tük. hapishânelerde tek kişilik hücre.
münker nekir: kabirde insanı ilk sorguya çekecek olan meleklere verilen ad.
münkir: inkar eden, gerçeği yalanlayan. reddeden, kabul ve îtiraf etmeyen kimse. islâm dînindeki îman esaslarını inkâr eden, inanmayan (kimse), îmansız, inkârcı.
münkur: dar açılmış kuyunun ağzı.
mürebbi: eğitmen, öğretmen, hoca, muallim, eğitici.
mürid: bir tarikat şeyhine bağlanıp ondan tasavvufun yollarını öğrenen kimse. Hakk’a giden yolda kararlı ve sağlam bir irade ortaya koyan kişi.
mürsel: gönderilmiş, yollanmış.
mürşid: irşad eden, müridlere rehberlik yapan ve onları irşad eden kişi. Kur’an-ı Kerim ve Sünneti Seniyyeye ait ölçüleri hayata geçirerek bu ölçüleri nefsinde bizzat yaşayan ve bağlılarını dinin esasları, dini hayat, tevhid, marifetullah konusunda terbiye ederek onları fenafillaha (Allah’ta fani olmaya) eriştirmek için önderlik eden rehber.
mürşid-i kamil: nefsini Allah yolunda yok eden ve fena mertebesine erişmiş kişilere mürşid-i kamil denir.
mürted: önce Müslüman iken dîni terk eden.
mürvet/mürüvvet: insaniyet. insanlığa uygun olan şeyi yapmak. Güzel ve iyi şeyleri alıp, kötü şeyleri ve hâlleri bırakmak.
ana baba saadeti. mertlik, yiğitlik.
müstağrak: gark olmuş, dalmış. batmış, dolmuş. dalmış, batmış. ma’nevi halle kendinden geçen.
müşahade: görme, gözlem.
müşk: misk. misk kokulu.
müşkil: güç, zor, çetin. engel, güçlük, zorluk.
müşrik: Allah’a ortak koşan.
müştak: iştiyaklı, çok istekli. (şevk. den) arzu ve iştiyak gösteren, fazla istekli. düşkün, aşık. çok isteyen, can atan. çok arzulu.
müzd: karşılık.


naçar: çaresiz, elinden iş gelmeyen. mecbur kalmış olan.
nadan: câhil, bilmez, bilgisiz (kimse). sert ve gönül kırıcı, kaba (kimse), nobran.
nagah: (osmanlıca: nagâh) birdenbire, ansızın, hemen.
nağme: güzel ve uyumlu ses. birinin yalandan ve nazlanarak söylediği söz.
nâkıs: tam olmayan, eksik, noksan, kusurlu, özürlü.
naks: eksiklik, noksanlık.
nakş: nakış, bezek. işleme. bir şeyi çeşitli renklerle boyamak. resim. tezyin etmek. bedene batmış dikeni çıkarmak. bir şeyin esasını araştırmak. yaymak. suda ıslanmış hurma. ipekle, sırma ile işleme.
nâkûs: kilise çanı. bir tarafı açık çan biçiminde şişe, fânus.
nalan: inleyen, sızlayan, feryat eden.
nalin (naleyn): Altı deri, üstü açık ve kemerli ayakkabı.
naliş: inleme, inilti, feryat, nâle.
nam: ün, şöhret. lâkap, ad.
nami: namlı, ünlü, meşhur, yerden biten, yetişip büyüyen, neşvünemâ bulan.
nâr: ateş, od, cehennem ateşi.
nareste: taze delikanlı, genç, yeni yetme çocuk.
nasip: Allah’ın bir kimse için önceden belirlediği mutluluk payı anlamında bir terim. Allah’ın bir kimseye tâyin ve kısmet ettiği şey, tâlih, baht, bir kimsenin payına düşen şey, hisse.
naş: kefene sarılıp tabuta konmuş ölü. (Osmanlıca’da yazılışı: na’ş)
nây: ney. kamış düdük. ölüm haberini verme. ölüm haberi.
nazar: bakmak. mürşidin müridine bakması yoluyla ilahî feyzin müridin kalbine akması.
nazargâh: bakılacak yer. bakış yeri, bakılan yer.
nebat: bitki.
nebî: Allah’tan vahiy yoluyla aldığı bilgileri ve emirleri tebliğ etmek, muhataplarını hak dine çağırmakla görevlendirilen yüksek vasıflı kimse.
necm: yıldız.
nefha: kıyametin kopmasını ve insanların yeniden dirilmesini ifade eden bir Kur’an terimi. hoş koku. tatlı esinti.
neng: ayıp, utanma, hayâ etme. ün, şöhret, nam. ar, utanma.
neşter: hekimlerin kan almak, küçük apseleri açmak, aşı yapmak için kullandıkları, çok keskin, küçük bıçak.
nevale: bağış, ihsan; talih, kısmet, azık, yiyecek, içecek şey.
nevaz: okşayıcı, taltif edici, iyi edici. tatlı ve ahenkli ses. okşayıcı, hoş ses. okşayan. iyilik etme, okşama.
nevbahar: ilkyaz, ilkbahar.
nevî: yenilik. tür, çeşit. türle ilgili.
nevkar: acemi, işe yeni başlamış.
nidâ: bağırma, çağırma, seslenme.
nidebile: ne yapabile.
nigâr: resim, sevgili.
nihan: gizli, saklı. bulunmayan. mevcut olmayan. sır.
nihayet: son, sonunda.
nihayetsiz: sonsuz.
nikâb: yüz örtüsü, peçe, perde.
nisar: saçma, saçılma, serpme, serpilme. i’ta etmek. vermek.
nişân: iz, belirti.
nisyan: unutma, gaflet, unutuş.
niyaz: Allah’a yalvarıp yakarma, dua etme.
nu‘man: kan.
nûr: sözlükte “aydınlık, ışık” anlamına gelen nûr kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde “insanların önünü aydınlatıp doğru ve gerçek olanı görmelerini, hak ile bâtılı, hayır ile şerri ayırt etmelerini sağlayan mânevî ve ilâhî ışık” mânasında kullanılmıştır.
nuş: içen, içici, içilecek şerbet, yudum.
nuş eylemek: içmek.
nutfe: men suyu, erkeğin üreme sıvısı, bel suyu.
nutk: söyleyiş, söyleme kabiliyeti, konuşma, hitabet. dervişlerce büyüklerin manzum sözleri.
nükte: ince anlamlı, düşündürücü ve şakalı söz, espri; ince manalı söz, idraki ve anlaşılması nezaket ve zarifliğe dayanan nazik husus.
nüvaht: okşamak; çalgı çalmak.
nüzûl: aşağı inme. konağa inme, konaklama.


od: ateş, edebiyatta/tasavvufta aşk ateşi olarak da kullanılır.
olgıl/olgil: ol gel, piş gel, olgunlaş gel.
oluban: olup.
onmak: daha iyi bir biçime girmek, düzelmek. eksiği kalmayıp gönence ermek.
onmaz: iyileşme olasılığı bulunmayan, artık hiç iyileşmez olan.
onulmaz: iyi olmaz, iyileşmez.


öğüt: nasihat
ökün: para. gül ve buna benzer şeylerin yığını.
özge: başka.


pak: arı duru, arınmış, temiz.
palas: keçi kılından dokunmuş kaba kilim, yaygı; kolaylık gösteren, hoşa giden.
palheng: gizgin, yular, kement, boyna takılan halka. Bazı tarikat dervişlerinin boyunlarına taktıkları, genellikle ucuna teslim taşı asılan zincir veya ip.
pare: parça. tane, adet.
payan: son, sonuç, sınır.
pâyimâl: çiğnenmiş, ayak altına alınmış. ayak altında kalmış.
payvand: bir işin sırrını öğrenmiş olmak, pratik ve kolay öğrenme.
perâkende: dağınık. dağıtma. azar azar yayılan veya satılan. farklı farklı, parça parça. dağınık.toptan olmayan.
perran: uçan, uçucu.
pervaz: uçma, saçak.
pes: arka, art, geri. öyle ise, imdi.
peşiman: pişman.
peymane: şarap bardağı, büyük kadeh.
pınar: yerden kaynayarak çıkan su, kaynak. bu suyun çıktığı yer, kaynak.
pinhan: gizli, saklı, gizlenmiş.
pir: bir tarikat veya sanatın kurucusu, herhangi bir konuda, bir meslekte deneyim kazanmış, üst düzey tecrübe sahibi kimse.
pişrev: önden giden.
piyale: şarap bardağı, kadeh.
pusarık: (hava için) hafif sisli ya da hafif sisle birlikte hafif yağmurlu. (göz için) belli belirsiz gören, sisli gören.
pür: dolu, çok.
pür-nur: çok nurlu, çok aydınlık.


rah: yol.
Rahim: kullarına karşı bağışlayıcı olan ve merhamet eden.
raht: at takımı, yolda lazım olacak şeyler. döşeme vb. takımları. pencere ve kapı kanatlarını çerçeveye tutturan menteşe takımı.
rast: doğru.
raz: gizli sır, saklı şey.
razdaş: razı olan ve razı olunan.
rebâb: bir çeşit kemançe.
reca: ümit.
remz: işaret, işaretle anlatmak. gizli ve kapalı söyleme.
renc: ağrı, sızı, zahmet, eziyet, ıztırap.
reva: yakışır, yerinde, uygun.
revan: giden, akan. yolcu, gidici.
rıdvan: Kur’ân-ı Kerîm’de “rızâ” anlamında yer alan bir terim; cennetin muhafızı kabul edilen melek.
risalet: elçilik, peygamberlik; birisini bir vazife ile bir yere göndermek.
riya: ikiyüzlülük.
riyazet: nefsi kırma, fani şeylerden nefsini çekerek kanaat içinde yaşamak.
ruhban: râhipler sınıfı, râhipler.
rûşen: aydın, parlak. parlak, aydın. belli, âşikâr.
ruzî: rızık, azık, kısmet, nasip.
rüsvâ: ayıplanacak durumda olan, rezil.


sabak: ders.
sâbık: geçmiş. önceki. zamanca veya rütbece ileride olan. eskiden işlenmiş suç. önceki, geçmiş. önceki, geçen, geçmiş.
sabr-u karar: sabrını tüketmek, kararsız etmek.
saddak: doğrulama sözü, doğrudur demek.
sadef: deniz böceklerinin kıymetli kabuğu ve onlardan yapılan şeyler. sert, parlak ve şeffafa yakın madde. inci kabuğu.
sadr/sadır: göğüs, baş, başköşe. yürek, sine, kalp, ön, baş, başkan, reis, ileri; her şeyin öncesi ve başlangıcının en iyisi; oturulacak yerlerin en iyisi. meclisin önü ve muteber yeri, reisin oturduğu yer.
safa: saflık, berraklık, gönül şenliği, kedersizlik, eğlence. Türk müziğinin en az iki asırlık bir mürekkep makamı olup zamanımıza kalmış numunesi yoktur.
safi: seçilmiş. duru, katışıksız, temiz.
sağınç: arzu, istek, emel, amaç, düşünce.
sahhâ: kulakları sağır eden şiddetli bağırış ve çığlık.
saim: oruçlu, oruç tutan.
sakıngıl: sakın.
saki: mürşid, sucu, su dağıtan kimse.
salâ: cemaati bayram ya da cuma namazına çağırmak, kimi zaman da cenaze için kılınacak namazı haber vermek için minareden okunan salat.
salaca: hasta, yaralı ya da ölü taşınan sedye. tabut.
salat: namaz. Hz. Peygamber’in (s.a.v) adı anıldıkça saygı göstermek için okunan dua.
salâtin: sultanlar, padişahlar.
salavat: dua, tâzim, rahmet. Resûlullah’a (s.a.v) ve onun soyundan gelen kimselere saygı göstermek amacıyla okunan dua.
sâlûs: ikiyüzlü, riyakâr.
sarhoş: alkollü bir içki veya keyif verici bir madde etkisiyle az veya çok kendini bilmez, kendine hâkim olamaz duruma gelmiş (kimse). bir şeyden kendini kaptıracak derecede mutluluk duyan kimse, mest.
sarraf: mesleği, altın ve gümüş para vb. alıp satmak, değerli kâğıt ticareti yapmak olan kimse.
sayak: uykusu hafif kimse. insan ya da hayvan ayak izi. olmuş sayılan.
sayru: hasta.
sayruluk: hastalık.
sayrı: esenliği yerinde olmayan, sağlık durumu bozuk olan.
sayvan: bir şeyin üzerine çekilen dam saçağı gibi düz veya eğimli örtü, şemsiye, çardak.
sâzikâr/sazkar: uygun, muvafık.
sebak: ders. yarış. koşu yapanların aralarında koydukları ödül.
sefâ: eğlenme.
seğirdüben: seğirterek, koşarak.
seğirmek: vücûdun herhangi bir yerindeki deri, altındaki kaslarla berâber hafif hafif oynamak, kımıldayıp titremek.
seğirtmek: çabuk çabuk veya sıçrayarak bir yere doğru koşar gibi yürümek, hızlı hızlı gitmek. akın etmek, saldırmak, çapmak. koşturmak.
seher: imsak vaktinden önceki zaman dilimi.
selamet: kurtuluş, tehlikeden sâlim olmak. korktuklarından, fenalıklardan kurtulmak. neticede imân ile kabre girmek.
semirmek: (canlı hayvanlar için) et ve yağ bağlamak, besili, etli yağlı bir duruma gelmek.
semirtmek: besili, etli yağlı bir duruma getirmek, semirmesini sağlamak.
sengin: taştan yapılmış, taştan. taş gibi katı, sert.
ser: baş, kafa.
serab: çölde, sıcak ve ışığın tesiriyle ilerde veya ufukta su ve yeşillik var gibi görünme olayı. şaşkın hale gelme.
serencam: başa gelen, baştan geçen ibretli hadise. bir işin sonu. vak’a. baştan geçen hâdise, olay.
serîk: hırsızlık. ortak. arkadaş.şaşkın, şaşırmış.
serheng: çavuş.
sergerdan: başı dönmüş, şaşkın. hayran, şaşkın, başıboş, avare, aylak.
sergüzeşt: macera, serüven.
server: baş, reis, yüce.
seyran: bakıp seyretme, gezme, gezinme.
sıdk: içten bağlılık, sadakat.
sıfat: bir kimsenin görev, ödev bakımından, toplumsal ya da hukuksal yönden yeri ve özelliği. yüz, kılık ve dış görünüş.
sımak: kırmak, bozmak, nakzetmek, yenmek, mağlûbetmek, tenkil etmek, aşağı görmek, gereğini yapmamak, bertaraf etmek, reddetmek, hiçe saymak, kabul etmeme, yıkmak, harabetmek.
sımış: kırmak.
sınık: kırık, çıkık.
sırat: cehennem üzerine kurulacak köprü anlamında bir terim.
sırât-ı müstakîm: apaçık, dosdoğru ve hak yol.
sırdaş: birinin sırlarını bilen, onun sırlarına ortak olan, o sırları saklayan, güvenilir kimse.
sıymak: bozmak, orucu bomak. kırmak.
sigaya çekmek: soru yağmuruna tutmak. birine sürekli sorular sormak
sin: ölü gömülen yer, gömüt, mezar, kabir, metfen, makber.
sine: gönlüm, yüreğim, çok sevdiğim.
sinlik: mezarlık.
sitayiş: övme, övüş, öven. medhetme, medih.
sivâ: başka, gayrı, diğer.
sofu: dine sıkı sıkıya bağlı, dinin buyruklarına ve yasaklarına tümüyle uyan (kimse).
soylamak: izlemek, iz sürmek. karşılamak. soyu yüceltme, soyunu araştırmak.
söyünmek: sevinmek, sönmek, parlaklığı gitmek.
sual: soru.
subaşı: Osmanlı döneminde, kapıkulu süvarileri arasından seçilerek savaş zamanı güvenlik işlerine bakmakla, barış zamanı da vergi toplamakla görevlendirilen kimse. çiftlik yöneticisi, çiftlik kâhyası.
sultan-ı ins: İnsanların sultanı.
suret: biçim, görünüş. yazı ya da resim kopyası.
sureta: sanki öyleymiş gibi, görünüşe göre, görünüşte. yalandan.
suz: yanma, tutuşma. ateş. sıcaklık. yakan, yakıcı, bozucu.
Sübhân: eksikliklerden uzak ve mükemmel sıfatlar sahibi olan Allah.
sücûd: secdeye varmak. Cenab-ı Hakk’ın huzurunda hiçliğini, aczini bilip teslimiyetle yere kapanıp duâ ve tesbih etmek. (tekili: sâcid) secde ederek yere kapananlar, secde edenler. namazda yere kapanma, secde etme. secde etmek. secdeye varmak, secdeler. secde; namazın içindeki farzlardan biri. namazda alnı ve burnu yere koyma.
sücü: şarap.
sünğük: kemik.
sünük: kemik, sünük-i ten: vücut kemiği.


şad: sevimli, neşeli.
şâdî: mahkeme hademesi. mübâşir. ilimden, edebiyattan hissesi olan. nağme ile şiir okuyan.
şagird: talebe, öğrenci. çırak.
şahâdet: tanıklık, şahitlik. yüksek bir ülkü yolunda ölme, şehit olma, şehitlik.
şahne: inzibat memuru, emniyet memuru.
şakımak: güzel şarkı söylemek veya şiir okumak. çok konuşmak, çenesi düşmek.
şakir: şükreden, halinden memnun olan kimse.
şar: kent, belde, şehir.
şay: hayırlı iş, mükemmel.
şaylık: hayırlı iş, mükemmellik.
şecer: ağaç. kütük. sülâle. bir soyun bütün fertlerini gösterir cetvel.
şeddad: yemen’deki âd kavmi hükümdarlarındandır.
şefaat: suçunun bağışlanması veya dileğinin yerine getirilmesi için birine aracılık etme.
şefekât: korumak, gözetmek, sahip çıkmak ve yanına almak.
şefi: şefaat eden.
şefkât: birisine yardım etmek amacıyla sevecenlikle yaklaşma. birisini korumaya çalışırken hissedilen sevgi ve merhamet duygusu. acıma hissi. merhamet. esirgeme.
şehd: bal.
şehd-ü şekker: bal şeker.
şehriyar: hükümdar, padişah.
şek: şüphe, kuşku. Şüphe ile birlikte kullanılıp anlamı pekiştirir.
şem: mum.
şer: kötü eylem, kötülük. dince kötü sayılan, yapılmaması gereken iş, hayır olmayan iş.
şerh: açmak, ayırmak.
şerhetme: açıklamak, ayrıntısına inerek açıklamak, yorumlamak. bir eser yazarak açıklamak.
şerh eylemek: şerh etme işi.
şeriât: din. doğru yol. Allah’ın emri. âyet, hadîs ve icmâ-i ümmet esaslarına dayanan din kaideleri.
şerik: ortak.
şermsar: utangaç, müstahyi, mahcub.
şeş: altı sayısı.
şeşmek: çözmek.
şevk: istek, heves. sevinç, neşe.
şeyda: aşk ile kendinden geçen, coşan.
şikâr: av, avlanan hayvan. vvlama. düşmandan ele geçirilen mal. ganimet
şir: arslan, süt.
şirin: cana yakın, sevimli, tatlı, hoş.
şirk: ortak olmak, ortaklık, ortak koşmak.
şive: söyleyiş. tarz. ağız. üslub.
şol: şu, o.
şule: alaz, alev, yalım, ışık, parıltı.
şur: cezbe, manevi bir hal.
şûrîde: perişan, karışık. tutkun, âşık, meftun. karasevdalı.
şükrane: teşekkür borcu olarak, teşekkür alameti.
şümar: hesap, sayı. sevgi, muhabbet.


taalluk: bağlı olma, bağlılık, ilgisi bulunma, ilgisi olma, bağıntı, ilinti, ilgi.
tâallüm: ilim edinme. öğrenme. ders okuyarak öğrenme. öğrenme. ilim öğrenme.
taat: ibadet etmek. meşrû emir ve isteklere uyma. baş eğmek, emredileni yerine getirmek, söz dinlemek.
tabakat: sınıf, zümre. tabakalar, katlar, gruplar, dereceler.
tabip: hekim, doktor.
tabir: anlatım, deyiş.
tacillemek: acele ettirmek.
tahtes-serâ: toprak altı.
takaza: azarlama, başa kakma. hakkını isterken borçluyu zorlamak.
tâlim: öğretme, eğitme, ilim sağlama.
talpınmak: çırpınmak.
tamah: gözü doymama, açgözlülük, mal edinme tutkusu. açgözlülük etmek, açgözlü davranmak.
tamu: cehennem.
tan: güneşin doğuş anı, gün ağarması.
tan etmek: kötülemek, dil uzatmak.
tanediben: kötüleyip, dil uzatıp.
tana kalmak: şaşa kalmak.
tanmak: şaşakalmak, şaşırmak, şaşmak.
tap durmak: yetmek, tam gelmek.
tapşırmak: korumak için alınan bir şeyi geri vermek. sunmak. bağışta bulunmak. ulaştırmak, yetiştirmek.
taraş: tarla, bağ, bahçe gibi yerlerden toplanan üründen arta kalanlar.
tarik: yol.
tarikat: yollar anlamına gelir, “Allah’a ulaştıran yol” mânâsında kullanılmaktadır.
tasrif: istediği şekilde idare etmek. maslahatta tasarrufa izin vererek mutasarrıf kılmak. bir şeyi bozup değiştirerek türlü şekillere koymak, evirip çevirmek. bir şeyi bir yöne çevirmek, yönlendirmek, istediği şekilde kullanma ve idare etme. çekip çevirme, çekim.
taşra: bir ülkenin başkenti ya da anakentleri dışındaki yerlerin tümü.
tayyar: uçan, uçucu, gaz hâline gelen, buharlaşıp havaya karışan.
taziyet: taziye. başsağlığı dileme.
tebdil: değiştirmek. tağyir etmek. bir şeyi başka bir hâle veya şeye değiştirmek.
teberra (eylemek): berî olmak, uzaklaşmak, ayıptan kurtulmak.
teberrük: bir şeyi bereket veya saadet vesilesi sayarak almak veya vermek.
tecelli: kader. Allah’ın (c.c) lütfuna uğrama. ilâhi kudretin meydana çıkması, görünmesi.
tecrit: soyma, soyulma. ayrı tutma, temizleme, ayırma.
tefekkür: bir şey hakkında iyice düşünmek, bir işin sonucunu hesaplamak anlamında terim.
teferrüc: gezinti, açılma, ferahlama.
teferrücgâh: gezinti yeri.
teferrüç: gezinti, açılma, ferahlama.
tefrik: ayırt etme, ayırma.
tefrit: gereğinden daha aşağıda olma durumu. (genellikle iki aşırı ucu göstermek üzere ifrat kelimesiyle birlikte ifrat ve tefrit şeklinde kullanılır.)
tehî: boş, avare kalmak, hâlî. eli boş.
tekebbür: kibirlenme, büyüklenme, çalım, kurum.
tekye: zikir veya ders için toplanılan yer. dervişlerin meskeni ve mâbedi. yaslanılacak, dayanılacak şey. itimâd etmek, dayanmak.
tellal: bir duyuruyu, bir haberi ya da satılacak bir malı vb. halka duyurmak için çarşı pazar dolaşarak, yüksek sesle bağırarak ilan eden kimse. kimi satışlarda aracılık eden kimse.
temaşa: bakmak, seyretmek.
teneşir: ölü yıkanan kerevet, salacak.
tengi: darlık. züğürtlük.
terah: keder, gam, tasa.
terbiyet: terbiye.
terkin vurmak: vazgeçmek, bırakmak.
tersâ: hristiyan. isevi.
tertib: tanzim etme. Dizme, sıralama, düzene koymak. tedarik edip hazır ve müheyya kılmak. bir şeyi bir yere sabit ve pâyidar kılmak.
teşviş: karıştırma, bulandırma.
tevfik: Allâh’ın yardımı, başarıya ulaştırması. Kulun işlediği amellerin Allâh’ın rızâsına uygun olması anlamlarına gelmektedir.
tevhid: sözlükte “tek ve bir olmak” anlamındaki vahd (vahdet, vühûd) kökünden türeyen tevhîd “Allah Teâlâ’nın bir ve tek olduğunu kabul etmek” demektir.
tezcek: çabucak, hemen.
tezvir: yalan söyleme, yalan dolan, kara çalma. ara bozmak, özellikle kötülük yapmak ereğiyle yapılan dedikodu.
tıfl-ı nareste: ergenlik yaşına ermemiş genç.
tılsım: herkesin bilip çözemediği gizli şey. gizli sır. fevkalâde kuvvet ve te’siri hâiz olan şey. definenin bulunmasına mâni olan mevhum şey. sır, gizli gerçek. gizli sır, şifre.
tımar: yara bakımı, bakıp iyileştirme. tımar eylemek: yaralara bakmak, yaraları temizleyip iyileştirmek.
tınmak: ses çıkarmak, önemsemek, önem vermek, dikkate almak, takmak.
tiryak: panzehir, bitkisel, hayvansal ve madensel maddelerin karışımından yapılan macun.
tolun: ayın ondördü.
tolunmak: batmak. gurubetmek. güneşin batması.
toylamak: ziyafet vermek, yedirip içirmek, ağırlamak.
tuba: cennetteki bir ağaç. güzellik, hoşluk, iyilik, göz aydınlığı.
tuğyan: taşma, coşma, su baskını. taşkınlık, coşkunluk. haddini aşma, azgınlık, serkeşlik.
tufan: şiddetli yağmur, çok yoğun veya şiddetli şey.
tul-i emel: insanın dünya hayatında ebedi yaşayacak gibi plan ve program içinde olup, çok uzun emeller beslemesine denilmektedir.
turab: toprak.
tuş: yanmak, tutuşmak, yanıp kül olmak.
tuş eylemek: sürmek.
tutusar: tutar.
tutuşuban: tutuşup.
tuyûr: kuş’un çoğul şekli. kuşlar.


uçmak: cennet. Allah’ın uçmağı: Allah’ın cenneti.
ulaşık: ileriden beri sürüp gelen, mütevatir, mütevali. birbiri ardınca, arkası kesilmeksizin. bağlılık, irtibat. bitişik, muttasıl, merbut. yakınlık, akrabalık.
ulu: erdemleri yönünden çok büyük, ulaşılamayacak denli yüce. yararlı işler yapmış, büyük kimse.
umman: engin deniz, okyanus.
unamak: saymak, değer vermek, önem vermek.
ur: kale hendeği, şehir, kent, yüksek ve korunaklı yer.
ura: ilmek yapmak.
urgan: keten, kenevir, pamuk, jüt gibi türlü dokuma maddelerinden yapılan ince halat.
urgıl: vur.
urmak: vurmak.
uruşmak: vuruşmak.
uryan: çıplak.
us: akıl. olaylar ya da kavramlar arasında zorunlu bağıntılar kurma, bu bağıntıları algılama ve kavrama, anlama, düşünme yetisi.
usan: gafil, gevşek, tembel, isteksiz.
usanmak: sık sık yinelenmesi ya da uzun sürmesi yüzünden hoşnutsuzluk, sıkıntı duyumsamak, bezmek, bıkmak.
uslu: yaramaz olmayan, toplumu, çevresini rahatsız etmeyen (kimse). (hayvan için) saldırmayan, uysal. akıllı.
usûl: delil, kaide. asıllar, kökler, temeller. bir ilmin asıl mevzuundan önce öğrenilmesi lâzım gelen esaslar. bir hedefe ulaşmak için tutulan düzenli yol.
uş: şimdi, işte, gibi.
uşatmak: ufalanmak, ufalatmak.
uşşak: aşıklar.
utlu: İffetli.
uyak: uykusuzluk. uyanık, bîdar, uykusuz.


üleşgen: paylaşan, paylaşıcı, bölücü.
üleşmek: bölüşmek, paylaşmak.
ümmet: bir peygambere inanıp onun yolunu seçen kimselerin tümü. müslümanlığa bağlı olan, Reulullah’ın (s.a.v) yolundan giden müslümanların tümü.
ün: şan, şöhret, nam, ad.
ün: ses.
üryan: çıplak.
üstad: ilim veya sanatta üstün olan kimse. usta, sanatkâr. muallim, bilgide veya sanatta veya amelde meharetli zât.
üşmek: üşüşmek.
ütmek: kazanmak.
üzüşmek: bir şeyi kendi aralarında bozmak.


vâcib: sözlük anlamı düşen; meydana geldiği kesinlikle bilinen; sabit, bağlayıcı, gerekli. dini terim olarak; bir fiilin yapılmasının kesin ve bağlayıcı tarzda istendiğini gösteren delil kat‘î ise bunu farz, zannî ise vâciple ifade ederler.
vade: bir borcun ödenmesi ya da bir işin yapılması için verilen ya da gereken süre. (bir borcun, bir işin) yerine getirilme süresi dolmuş olmak.
vahdet: Allah’ın birliği. birlik, yalnızlık, teklik.
vahid: tek, yalnız. Benzeri olmayan, emsalsiz. vahîdü’l-asl: aslı tek, aslı bir.
varak: yaprak, kağıt. menzil, varılacak yer.
vâris: mirasçı. kendisine miras düşen. mirasa konan. vefat eden birisinin maddî veya manevî mal ve mülkünde kullanmaya, tasarrufa salâhiyetli olan.
vasf: bir kimsenin veya şeyin durumunu anlatarak tarif etmek.
vasf-ı hal: halin özellikleri, nitelikleri.
vasl: aşığın sevdiğine kavuşması, kavuşmak. Allah Teâlâya kavuşma; velî olma.
vaya: yararsız.
vebal: günah, kabahat, sorumluluk; dinî bakımdan suç sayılan iş veya davranış.
vefa: bağlılık.
vefakâr: vefalı.
verd: gül.
viran: (yapı, yer için) yıkılıp dökülmüş, bakımsız kalmış, yıkılmış, yıkık.
virâne: eskiyip, bakımsız kalıp çok harap olmuş ya da yıkılmış yapı. yıkılmış ya da yanmış olan yapılardan geriye kalmış olan enkaz, yıkıntı, ören.
vird: Allah’a yaklaşmak için belirli zamanda ve belli miktarda yapılan ibadet, dua ve zikri ifade eden tasavvuf terimi.
viribidi: yolladı, gönderdi.
visal: sevgiliye kavuşma.
vuhûş: vahşiler, yabaniler, ehlileşmemiş olanlar.
vuslat: sevgiliye kavuşma, ulaşma, erişme.


yaban: yerleşim bölgeleri dışı, insan bulunmayan ıssız yer. böyle yerlerde yaşayan ya da yetişen canlıları belirtmek için ad tamlamalarında tamlayan olarak kullanılır ya da bileşik ad kurar.
yad: anma, hatıra, hatırda tutma, zikretme.
yakin: kesin bilgi ve inanç anlamında mantık, kelâm, fıkıh ve tasavvuf terimi.
yalap yalap: parıl parıl, ışıl ışıl, parıldayarak, ışıldayarak.
yalıncak: çıplak, üryan, yoksul.
yanıban: yanarak.
yap: gevezelik etmek, fazla konuşmak.
yâr: sevgili, sevilen, dost, yardımcı.
yarag: uygun, münasip.
yare: yara.
yaren: arkadaş, yakın, dost.
yarlıganmak: bağışlanmak, mağfiret edilmek.
yarlığ: hükümdar buyrultusu.
yastanmak: yaslanmak, dayanmak, kendine yastık edinmek.
yatlı: yaramaz, kötü, aşağılık (kişi).
yavı: yitik, akılsız, sersem.
yavı kılmak: yitirmek, kaybetmek.
yavlak: kötü, fena, değersiz, yavuz, düşkün, her şeyin kötüsü, çok, çok fazla.
yavu: yabanıl, insana sokulmayan (insan, hayvan). tembel, ağır davranışh. çirkin. yersiz, biçimsiz söz. anlamsız konuşan, geveze. yitik, akılsız, sersem.
yavuz: güçlü, çetin, keskin, sert.
yaylamak: yazın yaylaya çıkmak, yaylada oturmak.
yazık: günah; kınama veya üzüntü anlatan bir söz.
yeğ: bir başkasından daha çok beğenilip tercih edilen, üstün görülen.
yeğlemek: tercih etmek.
yeğrek:daha iyi, daha üstün, daha uygun tutulan, yeğlenen.
yel: havanın yer değiştirmesinden oluşan esinti. rüzgar. romatizma ağrısı.
yelmek: bir işin, bir şeyin, bir kimsenin ardında, aceleyle, telaşla koşup durmak, koşuşturmak.
yeltemek: kışkırtmak, ayartmak.
yen: giysi kolunun dirsekten aşağı bölümü.
yermek: kötü yönlerini belirtmek, kötülüklerini söylemek, kötülemek. alaylı bir dille eksiklerini, kusurlarını vb. ortaya koymak.
yetmek: erişmek, ulaşmak.
Yezdan: Yüce yaratıcı.
yıylamak: koklamak.
yoldaş: yola birlikte gidenlerden birine göre öteki, her biri, yol arkadaşı. arkadaş, dost.
yort: atın kısa adımlarla hızlı yürüyüşü, tırıs.
yugil: temizle.
yuğmak: temizlemek.
yumuş: hizmet, vazife, elçilik, iki ve ikiden artık kimse arasında elçilik, iş, ödev.
yunmak: yıkamak.
yuymak: yıkamak. yuyalar: yıkayalar.


zabid: askere kumanda eden rütbeli asker. kuvvetli, yavuz. zabteden. başkalarını zabtedip idare etmeğe memur olan.
zahir: açık, berrak, âşikâr olmuş. görünen, meydanda olan, görünürdeki. içten olmayan, yapmacık.
zâhit: borç olan ibadetlerden, aslî vazifelerden başka dünya süs ve makamlarından feragat eden kimse. sofi.
zahm: yara.
zaîf: kalp, eksik akçe. güçsüz, iktidarsız, kuvveti az, kuvvetsiz, tâkatsız. kansız. gevşek, tenbel. zayıf, güçsüz.
zakir: anan, zikreden (kimse), tekkelerde âyin sırasında ilâhî okuyan kimse.
zalimlik: zalim olma durumu, acımasızlık. zalime yaraşır davranış.
zâr: inleyen, sesle ağlayan. zayıf, dermansız. kelimenin sonuna gelerek birleşik kelimeler olur. ağlama, inleme. perişan, ağlayan, inleyen. inilti.
zar eylemek: ağlayıp inlemek.
zarılık: yoksulluk, yoksunluk, güçsüzlük.
zârî (zari): hüngür hüngür.
zari (kılmak): inleyerek, hüngür hüngür.
zebani: cehennemde görevli olan melekler.
zeber: üst.
zebûn: düşkün, tutkun, arık, kapılmış. zayıf, güçsüz, âciz. güçsüz bırakmak.
zehi (zihi): ne güzel, ne iyi.
zembil: hasırdan örülmüş kulplu torba. sepet, küfe.
zemheri: kışın en şiddetli zamanı, karakış.
zemzeme: melodi, mırıltı, nağme, hoş ses.
zencir: zincir.
zere: boşuna, boşyere, hele.
zerrak: iki yüzlü.
zerre: çok ufacık parçacık.
zerrece: zerre kadar; en ufak.
zeval: yok edilme, yok olma, ortadan kalkma, sona erme. bozulma; suç, kabahat, mesuliyet.
zeyreklenmek: anlayışlı görünmek.
zır ü zeber: altüst, karmakarışık, darmadağın.
zihî: ne güzel. ne iyi. aferin.
zikr-i tevhid : Lâilahe illallah (Allah’tan başka ilah yoktur) zikri.
zikrullah: Allah’ın anılması. Allah’ın zikredilmesi.
zillet: hor görülme, horlanma, aşağılanma, alçalma.
zindan: tutukluların ya da hükümlülerin içine konulduğu kapalı yer. çok karanlık ve sıkıntı verici yer.
zinhar: sakın ola ki, kesinlikle, hiçbir zaman, asla.
zir: alt.
ziyan: zarar. zarar edilmek.
zulmet: nûrun karşıtı olarak karanlık, yokluk.
zühd: takva. zühd-ü taat: takva ile yapılan ibadet.
zühd-ü taat: takva ile yapılan ibadet.
zümre: takım, topluluk. cins, tür.


Yunus Emre Divânı Sözlüğü